GÜNDOĞDU Facebook’da
„Avrupa’da hayatın her alanında karşımıza çıkan sorunlarda, ortak bakış açımızı geliştirmek istiyoruz.“ diyerek yayın hayatına başlayan ve ilk sayısı 1 Eylül’de çıkan Gündoğdu dergisi’nin yazıları, bugünden itibaren avrupada Gundogdu facebook adresinden de izlenebilir.
Link: https://www.facebook.com/pages/Avrupa-da-G%C3%BCndo%C4%9Fdu/1630456000566640?ref=tn_tnmn
Gündoğdu
Avrupa için, 15 günlük gazete, Sayı: 4 (16 – 31 Ekim)
Avrupa’da Gündoğdu Dergisinin 4. sayısının On Kapağında Merkel’in Türkiye ziyaretiyle ilgili bir başlık var:
Onlar el sıkıştıkları zaman; ellerinin arasında sıkıp ezmek istedikleri halklar ve devrimcilerdir!
Ön kapakta ayrıca “Almanya-AKP- Avusturya- işbirliğiyle Avusturya’da devrimcilere operasyon!” alt başlığı yeralıyor.
Derginin içinde ise şu başlıklar yeralıyor:
– Dayanışma ve Sahiplenme konusunun işlendiği “Hepimiz birimiz Birimiz hepimiz için” yazısı.
– Gündoğdu’nun bu sayısında Avrupa’nın öncelikli gündemlerinden birine daha bir giriş yapılıyor.
“Avrupa’daki yozlaşma NEDEN? NİÇİN? NASIL?”
Bu konudaki yazılar ve tartışmalar da sürecek. Geçen sayıdaki Çatkapı konusu bu sayıda da devam ediyor.
“Çatkapı İNANÇLA, SABIRLA, ISRARLA ÖRGÜTLENMEYE DÖNÜŞÜR”
– Merkel’in ziyaretiyle ilgili yazının başlıgı ön kapakta aktarılan başlık.
– Avrupa somutunun çok tartışılan bir başka konusuna da yer veriliyor 4. sayıda: “ANADİL IRKÇILIK VE YOZLAŞMAYA KARŞI DİRENİŞİMİZDİR”
– derginin arka kapağında ise çalışmaları tüm yoğunluğuyla süren Grup Yorum 4. Büyük Avrupa Konserine ilişkin kısa değinmeler yeralıyor.
Gündoğdu
Avrupa için, 15 günlük gazete, Sayı: 3 (1 – 15 Ekim)
Derginin WORD hali için TIKLA
Derginin kapağında HİÇBİR HEDEF ULAŞILAMAZ DEĞİLDİR sözü yeralıyor.
1-15 Ekim tarihli Derginin bu sayısında yeralan yazılar şunlar;
– Çatkapı TERCİH değil, İHTİYAÇTIR!
Bu yazı, Çatkapı uzun süredir tartışılan bir konu; bu yazı, ilk bölümüyle konuya bir giriş yapıyor. Çatkapı konusu önümüzdeki sayıda da devam edecek.
– Sisteme Hayranlık
Bir sistemin gücü, yenilmezliğinden değil, kitleleri yenilmezliğine inandırmaktan gelir. Yazı buradan haraketle, emperyalist sisteme yönelik sorgulayıcı bir bakış ortaya koyuyor.
– “AVRUPADA YAŞAM / öneriyoruz!”
başlıklı bir bölümde Avrupa`da yaşamlarımızı nasıl biçimlendirmeliyiz sorusuna cevap olabilecek öneriler yer alıyor.
– Dergide bu sayıda “Gençliğin Bakışından
Gençliğin Klavyesinden” adlı bir bölüm var. Bu sayıda gençliğin kaleme aldığı konu “Ailelerimiz İle Bağlarımız” başlığını taşıyor.
– Çocuklarımız ve Gençlerimiz bölümünde ise
“Düzen nasıl bir gençlkik istiyor? Biz nasıl bir gençlik istiyoruz?” konusu var.
– Savunma geleneğimiz ve Stutgart davası başlıklı yazı, “haklıyız kazanacağız’ın yolundan Avrupa’da nasıl yürüyeceğimizi tartışıyor.
– Ulaşılamayacak Hedef Yoktur!
Son yazı, derginin kapağındaki mesajı açan bir yazı.
Hedefe ulaşmak için yöntemleri tartışıyor.
– Gündoğdu, bilindiği gibi asıl olarak şu anda internet üzerinden yayınını sürdürüyor.
Çeşitli yerlerde fotokopi yoluyla çoğaltılıyor da.
Bilmeyenleri, eğer varsa, henüz duymayanları Gündoğdu’dan haberdar etmek, tüm Gündoğdu okurlarının sorumluluğudur.
Dergimizi
– facebok’dan (Avrupa’da Gündoğdu)
https://www.facebook.com/Avrupada-G%C3%BCndo%C4%9Fdu-1630456000566640/timeline/?ref=hl
– Halkın Sesi’nden,
– Anadolu Federasyonu Biz Varız Facebook adresinden izleyebilirsiniz.
Halkın Sesi’nde dergimizin PDF hali ve Word halleri yer almaktadır.
Mail: avrupadagundogdu@yandex.com
Gündoğdu
Avrupa için, 15 günlük gazete, Sayı: 2 (16 – 30 Eylül)
Saldırılar Karşısında REFLEKSİMİZİ Büyütmeliyiz!
HER YERDE VE HER KOŞULDA IRKÇI
SALDIRILARIN KARŞISINDA BİZ OLMALIYIZ!
Ne zaman ve nerede bir ırkçı saldırı, bir Nazi saldırısıyla karşılaşacağımız artık belirsiz hale gelmiştir. Özellikle Suriye’den yoğun olarak mültecilerin geldiği bu günlerde Naziler saldırılarını artırdılar. Ancak saldırılar, Suriyeli mültecilerin gelişiyle başlamış değil. Irkçı saldırılarda hem bir süreklilik var; hem de son 4-5 yıldır giderek tırmanan bir artış.
Irkçılık, emperyalist devletler tarafından teşvik edilen bir politika olarak sürekli varlığını koruyor Avrupa’da. Ve yine emperyalist devletlerin himayesiyle yayılıyor. Aşağıda vereceğimiz rakamlar, bu artışın somut kanıtlarıdır:
Almanya’da mülteci yurtlarına yönelik ırkçı saldırıların sayısı yıllar itibarıyla şöyledir:
2012: 43 saldırı
2013: 58 saldırı
2014: 150 saldırı
2015: ilk altı ayda 202 saldırı…
Bir başka örnek: Haziran ayında açıklanan NRW Anayasa Koruma Dairesi’nin 2014 raporu, ırkçı saldırganlığın tırmanışını açıkça gösteriyor: Bir yıl içinde, sadece Westfalen’de, ırkçı saldırıların sayısı 192’den 370’e yükseldi.
Yine Almanya Anayasa Koruma Teşkilatı’nın tüm Almanya için hazırladığı raporda 2014 yılı içinde Almanya çapında tam 990 IRKÇI ŞİDDET SALDIRISI olduğu belirtiliyor. “Şiddet içermeyen” ırkçı saldırıların sayısı ise, binlerce…
Daha birkaç ay önce Hollanda’da misafir olarak bulunan bir siyahi, polis tarafından katledildi. Almanya Stuttgart yakınlarındaki Heidenau kentinde 1000 kişilik nazi gösterisi ve mülteci yurdunun yakılması, yine Almanya Berlin’de bir yabancı anne ve çocuklarının üzerine Nazilerce işenmesi, camilere saldırıların ve kundaklamaların artması, Danimarka’da müslüman mezarlığının alt-üst edilmesi ve daha yüzlerce olay sadece son bir ay içinde meydana gelmiştir.
Tablo budur; Almanya ve aslında tüm Avrupa, her gün onlarca ırkçı saldırının yaşandığı ülkeler durumundadır. “Gün geçtikçe” diyoruz; “her gün biraz daha fazla” diyoruz; yani azalan değil, her gün çoğalan bir gerçek ırkçı saldırılar. Tehlike büyüyor ve yayılıyor. Tehlike, canımıza, namusumuza, malımıza, onurumuza kastediyor oluşunda. Ancak bu tehlikenin ne kadar farkındayız? Ya da farkındaysak, ne yapıyoruz?
Şunu soralım bir de: Bu saldırılar nereden güç alarak artıyor? Bunun iki önemli nedeni var: Birincisi, Avrupa emperyalist devletleri, ırkçılığı değişik biçimlerde örgütlüyor, finanse ediyor, meşrulaştırıyor ve hatta yasallaştırıyor. Ama ırkçıları bu kadar pervasızlaştıran sadece arkalarındaki devlet desteği değildir; ikinci neden, saldırdıkları halkların sessizliği, örgütsüzlüğüdür. Yakıyorlar, yanlarına kar kalıyor, işiyorlar, yanlarına kar kalıyor, dövüyorlar yanlarına kar kalıyor…
Çünkü, devletin ırkçı politikalarına ve Nazi saldırılarına karşı halkımızı örgütleme, güçlü ve hızlı tepkiler geliştirme ve halkın ırkçılığa karşı öfkesini bir güce dönüştürme görevimizi yeterince yerine getirebildiğimizi söylemek mümkün değildir. Bu bir yana, daha geri düzeyde halkı ırkçılık konusunda bilinçlendirme, uyarma ve uyandırma görevimizi de tam yapabildiğimizi söyleyemeyiz.
Kampanyalar yapıyoruz. İmzalar topluyoruz. Bildiriler dağıttık, afişler astık… Binleri biraraya getirdiğimiz konserler örgütledik.
Ancak bunlar sürekli büyüdüğünü söylediğimiz ırkçı politikalar ve saldırılar karşısında devede kulak misali kalıyor. Elbette her biri değerlidir bu yaptıklarımızın, her biri Avrupa’daki Türkiyeli sol hareketlerin sessizliği ve politikasızlığı karşısında politik anlamı büyük tavırlardır. Ancak bunlar Avrupa’da yaşayan neredeyse 5 milyona yakın Türkiyeli insanımızı korumaya, onları ırkçılar karşısına bir güç olarak dikmeye yetmiyor.
Özellikle yabancıların yoğun yaşadığı mahallelerde gençlerimiz ırkçı politikalara karşı bir isyan biriktiriyor. Ancak bu birikimin nereye akacağı belirsiz. O halde ne yapacağız?
Bizler bu milyonların en bilinçli, en politik kesimi olmamıza rağmen herhangi bir ırkçı saldırı karşısında hemen harekete geçen, ve etrafını da harekete geçiren bir militan tavır içinde değiliz. Tersine, bu konuda olumsuz statükolar oluşmuştur. Kendini devrimci, demokrat olarak nitelendiren insanlar için “duyulur da durmak olur mu?” denilebilecek gelişmeler karşısında pekala sıradan bahane ve gerekçelerle, hatta gece geç vakit oldu gibi “mazeretlerle” faşist bir saldırı karşısında yerinden kımıldamamak normal görülür olmuştur.
Hayır, bu normal değildir ve normal kabul edilemez. BİZ VARIZ diyorsak, her yerde, ırkçı, faşist saldırılara karşı da herkesten önce BİZ OLMALIYIZ!
Her insanımız BİZ’İN BULUNDUĞU ALANDAKİ TEMSİLCİSİDİR. Irkçı, faşist saldırılara karşı, hızla refleks gösteren, kendini ve kendi dışındaki insanlarımızı, ve giderek kitleleri harekete geçiren bir GELENEK oluşturmalıyız:
Bunun için;
– Öncelikle; ırkçı saldırı olduğunu duyduğumuz an, ırkçı saldırıyı yaşayan insanları yalnız bırakmamalıyız.
– Ev, mülteci yurdu mu yaktılar, cami mi kundakladılar… Biz de o saldırının yaşandığı yerde olmalıyız. Üç kişi, beş kişi, hatta bir kişi bile olsak.
– Saldırıları duyduğumuzda tüm Anadolu Federasyonu üye ve çalışanlarını, bulunduğumuz ülkenin anti-faşist, demokratik güçlerini hızla harekete geçirmeyi hedeflemeliyiz.
– Hemen bir bildiri çıkarmalı, ırkçı saldırının yaşandığı mahalleye, semte dağıtmalıyız. Irkçı saldırıları teşhir etmeli, saldırının sorumlularını teşhir etmeli, halka moral vermeli ve onları örgütlenmeye davet etmeliyiz. Bize ulaşacakları bir mail adresi ya da telefon numarası vermeyi unutmamalıyız.
– Naziler nerede gösteri yapıyorsa, orada bizi görmeliler. Görecek olan elbette üç-beş nazi değil. Dost düşman, tüm halk ve ırkçıların hamileri, herkes görmelidir.
– Okulda, sokakta, işyerinde nerede yaşanırsa yaşansın, bir ırkçı saldırı bizim kulağımıza ulaştığında, bunu hemen Anadolu Federasyonu’na ulaştırmalıyız.
Bunlar yapılabileceklerin bütünü gözönüne alındığında, az gibi görünebilir fakat kuşkusuz yapacaklarımız bugünden yarını hazırlayacaktır.
Bu yazımızda biz daha çok sorunun ırkçı saldırılar boyutu üzerinde durduk. Kuşkusuz, mücadelede güçlü bir reflekse sahip olmak, sadece ırkçı faşist saldırılarla sınırlı değildir; ülkemizdeki bir katliama karşı da, dünyayı veya yaşadığımız ülkeyi sarsan bir olaya karşı da, Gezi ayaklanması gibi, Soma katliamı gibi, tüm önemli toplumsal gelişmelerde de, hiçbir gerekçe ileri sürmeden aynı hızlı ve güçlü refleksi göstermeliyiz.
Bildirilerden, ziyaretlerden, pankartlardan, ırkçılıkla mücadele komitelerinden… ırkçılığa karşı güçlü bir direnişe, oradan halkın ırkçı saldırılar karşısında güvenliğini sağlayacak güçlü örgütlenmelere varılacaktır.
Bugün için en önemli başlangıç noktası; ırkçı saldırılar, Naziler karşısında anında ve güçlü refleksler geliştirmek ve herkesi seferber etme bakış açısıyla hareket etmektir.
***
“BURDA OLMAZ!..
BURASI TÜRKİYE DEĞİL”
Mülteciliğin ‘OLMAZCILIK’ Teorisi
Olmazcılığın Avrupa’daki klasik teorilerinden biri, “burası Türkiye değil, burada olmaz” teorisidir.
Türkiye’deki mücadeleden, örgütlenmeden, direniş geleneklerinden, kitle çalışmasından veya başka herhangi bir alandan örnekler verildiğinde, sık sık bu itirazla karşılaşılır: “Burası Türkiye değil!”
Oysa örnekler verilirken, elbette kimse zaten Türkiye’yi ve Avrupa’yı aynılaştırmıyordur. Kimse, aynı yöntemlerle, aynı sonuçların alınacağı beklentisinde değildir. Marksizm-Leninizmde “zaman-mekan” unsurları ve “somut koşulların somut tahlili” diye bir şey vardır. Devrimciler politikalarında, planlarında, beklentilerinde bunları hesaba katarlar. Bu açıdan bakıldığında, elbette Türkiye’yle Avrupa aynı değildir… Bu açıdan bakıldığında mesela gençlik alanıyla mahalleler de bir değildir, aynı yöntemler aynı sonuçları vermez.
Dolayısıyla, sorun Türkiye’yle Avrupa’nın aynılaştırılması değildir.
Ancak, mücadelenin özü, esası birdir. Kitle çalışmasının, ajitasyon ve propagandanın, direnme anlayışının yüzlerce yıllık sınıf mücadelesi içinden çıkmış kuralları, ilkeleri, yöntemleri vardır. Türkiye’de de, Avrupa’da da olsanız, Afrika’da veya Uzakdoğu’da da olsanız, geçerli olan şeyler vardır.
Ülkemizde hayatın her alanında katettiğimiz mesafe açıktır. Avrupa’daki devrimciler açısından bu gelişmenin kaynağını, dinamiklerini görüp anlayıp, ülkeye paralel bir gelişme sağlamak esas olmalıdır.
Sorun orada yapılanları buraya bire bir taşımak değildir. Sorun oradaki gelişmenin kaynağını, dinamiklerini anlayıp, oradan çıkaracağımız tecrübelerle, derslerle, onu Avrupa’ya uyarlayabilmektir.
Ülkemizde her alanda sağlanan gelişmenin, “üç temel dinamiği” vardır:
BİR; halkın somut, yakıcı, acil sorunları temelinde bir mücadele sürdürülmektedir.
İKİ; düzen karşısında ALTERNATİF OLMA iddiası büyütülmektedir.
ÜÇ; Sonuç alıcı, emek, sabır ve fedakarlığa dayanan bir çalışma tarzı, her alandaki çalışmada hakim kılınmıştır.
Bu üç maddeye tek tek bakalım; bunların hangisi “Avrupa’da olmaz”!?
Halkın somut, yakıcı, acil sorunları temelinde bir mücadele sürdürülmektedir.
Halkın Avrupa’da da somut, yakıcı, acil sorunları yok mu? O halde burada da yapmamız gereken başta göçmen halklar olmak üzere tüm halkın somut, yakıcı, acil sorunları temelinde bir mücadeleye örgütlemektir.
Biz Avrupa’da yaşayan ve mücadele eden devrimciler, bu gelişmeye paralel bir gelişme yakalamak istiyorsak, biz de bu üç noktayı esas almalıyız.
BİZ DE, Avrupa’da yaşayan kitlelerin somut, yakıcı, acil sorunları temelinde bir mücadele örgütlemeliyiz. Ki kitlelere ulaşabilelim.
BİZ DE, ALTERNATİF OLMA iddiasını büyütmeliyiz. Politikalarımızda, eylem tarzımızda, yaşam tarzımızda, derneklerimizde, hatta evlerimizdeki günlük yaşamımızda düzen kurumlarından, oportünizmden ne kadar farklıyız?.. Örneğin bizim derneklerimiz ne kadar farklı?.. Eğer ki bu farklar yoksa veya azsa, demek ki henüz bir alternatif değiliz… ve fakat elbette olabiliriz. Yani gelişmenin ikinci koşulunu yerine getirebiliriz. Getirmeliyiz.
BİZ DE, her işimizde, çalışmamızda, sonuç alıcı, emek, sabır ve fedakarlığa dayanan bir çalışma tarzını, her yerde ve her anımıza hakim kılmalıyız.
İşte bu üç şeyi başarabilirsek; tıpkı “Türkiye’deki gibi” bir gelişme sağlayacağımız kesindir. Burada “nicelik”ten değil, “nitelik”ten söz ediyoruz. Şimdilik, 1 milyon kişilik bir konser örgütlemekten sözetmiyoruz örneğin… ama Avrupa’nın kendi ölçüleri içinde tıpkı “Türkiye’deki gibi” giderek büyüyen, ikiye, üçe, beşe katlanan kitlesellikler yaratabilmekten sözediyoruz.
Tekrar vurgularsak, burada sorun Türkiye Avrupa farklılığını görüp görmeme sorunu değildir.
Keza, Avrupa’nın hem genel anlamda, hem kendi özelimizdeki sorunlarını görmezden gelme de değildir.
Sorunlar ve zorluklar ve farklılıklar ortadadır.
Sorunları, zorlukları, farklılıkları görmezden gelme gibi bir tavır içinde olamayız. Zaten öyle yaparsak, asla ve asla sonuç alamayız.
Sorunları, zorlukları, farklılıkları açıkça ortaya koyacak ve milyonları örgütleme, mücadelede yeni gelenekler yaratma iddiamıza ulaşmak için bu sorunları, zorlukları aşmanın Avrupa’ya özgü yöntemlerini bulacağız.
Mülteciliğin bir başka teorisi de şudur: “Avrupa’da devrimcilik olmaz!”
Peki niye olmaz? Niye olmasın?
Bu “teori”, Avrupa’daki mücadele ve örgütlenme için bugüne kadar ter dökenlere, kan dökenlere hakarettir. Bu “teori”, Avrupa’daki şehitlere hakarettir. Bu “teori”, Avrupa hapishanelerinde tecritte yıllarca yatan, açlık grevleriyle direnişler yaratan tutsakların yok sayılmasıdır.
Ama tüm bunların da ötesinde, bu “teori”, mülteciliğin Avrupa’daki mücadeleden kaçışına gerekçe yaratma teorisidir. Kendine güvensizliklerin, tembelliklerin, iradesizliklerin, statükoların teorisidir.
Devrimcilik her yerde devrimciliktir ve her yerde olur. Devrimciliği “nerede” yaptığımız değil, “nasıl” yaptığımız önemlidir.
Olmazcılık, teslimiyettir.
Mültecileşmeye teslimiyettir. “Burada olmaz” teorisi, kendi iradesini, halkın gücünü yok sayıp, Avrupa’nın yozlaşmasına, emperyalist kültürün kuşatmasına, umutsuzluğa teslim olmaktır.
Mülteci olmak farklı bir şeydir; beynimizin mültecileşmesi farklı birşeydir.
Beynimiz mültecileşmemeli. Beynimiz mülteciliğin yozlaşmasına, kirlenmesine, umutsuzlaşmasına teslim olmamalı.
Beynimiz teslim olursa, ortaya kuşkucu, kötümser, umutsuz, gayri-memnun, bahaneci, ertelemeci, olmazcı kişilikler çıkar.
Olmazcı “göreceksiniz bu tutmaz, bu böyle olmaz, benim dediğim çıkacak” deyip, kenardan seyreder. Onun olması için çaba sarfetmez, olmasının önündeki engellerin önümüzden kaldırılması için omuz vermez.
“Avrupa’da olmaz” teorisinin siyasal ve pratik anlamı, düzenin gücünü kabul etmek, kendi gücüne, halkın ve hareketin ve devrimin gücüne inanmamaktır.
Olmazcı, kendisi yapmaz, yapılan üzerine ahkam keser.
Olmazcı, olumsuzlukları bekler ve gözetir; onlar oldukça, onları çözmek yerine, olumsuzluk içinde yoldaşlarına yardım etmek yerine, “işte bakın, ben demiştim…” diye söylenip durur.
Olmazcı, bilimsel değildir, çünkü bilimsel olan “neden olmayacağının” NEDENLERİNİ bulur ve onları ortadan kaldırmak için uğraşır, emek verir. Olmazcı, tesbitçidir, sadece “tesbit” yapar.
Sorunlar hep kendi dışında çözülsün ister… sürekli adam ister, “buraya adam verilmeli”… sürekli hazır olanaklar ister… “o da olmalı, bu da olmalı” der, ama onların olması için sorumluluk üstlenmez…
Olmazcı, söylenir, “kaç yıldır hep söyledik, bir şunu yapamadılar…” der durur.
Bir bakın çevrenize, bu “olmazcı”ların bir çok örneğini göreceksiniz.
Biz önderlerimizden, ustalarımızdan şunu öğrenmedik mi:
Sorunların çözümünde, hedefe ulaşmakta
bilgimizi, tecrübemizi, aklımızı kullanırsak,
MUTLAKA BİR ÇÖZÜM BULURUZ.
Marksizm-Leninizm, NESNELLİĞİ değiştirebilmekse, NASIL değiştireceğimizi bulacağız. Yapılamayacak iş yoktur. Ulaşılamayacak hedef yoktur.
Yapamamışsak, ulaşamamışsak, sadece doğru yöntemi bulamıyoruzdur. Yolunu yöntemi araştıracağız.
“Ya bir yol bulacağız, ya yeni bir yol yapacağız” kararlılığında olmaktır.
İşte bu kararlılığa sahipsek, olmazcılığa yer yoktur. Bu kararlılığa sahipsek, “milyonları örgütleme” iddiasını Avrupa’da da hayata geçirebiliriz.
Devrimci, Türkiye’de de, Avrupa’da da “yapabiliriz” iddiasını taşıyandır. Yapabilmek için,
BİR: Yaşadığı koşulların somut tahlilini yapacak,
İKİ; Yapabilmenin kendi koşullarındaki özgün yolunu yöntemini bulacaktır.
Dünyanın en iyi teorisyeni, en akıllısı da olsanız, iddianız, kararlılığınız, emekçiliğiniz ve ısrarınız yoksa, hiçbir şey yapamazsınız. Yozlaşmış mülteci kişiliğinin çok laf edip hiçbir şey yapmaması, yapılacak her şeyde umutsuzluğu, olumsuzluğu, olmazcılığı öne çıkarmasının nedeni de budur.
Bu aynı zamanda devrimciliği “bilmek”le (veya bildiğiin sanmakla) “uygulamak” arasındaki farktır.
Yurtdışındaki tüm insanlarımız, olmazcılıktan çıkmalıdır. Çıkmak zor değildir. Bütün her şeye, devrimci açıdan bakmak yeterlidir.
***
“Mülteci sorunu”
nedir ve biz nasıl bakmalıyız?
iyilik mi… lütuf mu… merhamet mi… vahşet mi… uyum şart mı… dayanışma yiyecek giyecek mi?
İki haftadır dünyanın gündeminde mülteciler var. Aylan bebek var. Merkel’in “hümanistliği” var.
Daha iki ay önce (16 Temmuz’da), ailesinin mültecilik başvurusu reddedildiği için ülkesine gönderilecek olan 14 yaşındaki Filistinli Reem’in “burada kalıp üniversitede okumak istiyorum” demesi karşısında acımasız, soğukkanlı bir tekelci patron edasıyla “bu belki biraz sert bir politika olabilir… Ama Lübnandaki Filistin kamplarında binlerce insan var. Hepsine Almanya’ya gelebilirsiniz diyemeyiz… bazı insanların ülkesine dönmesi gerekiyor.” diyen Merkel, ne oldu da fikir değiştirdi? Ne oldu da birden hümanist kesildi?
Değişimin belirleyici iki nedeni var:
Birincisi, Alman tekellerinin “kalifiye işçi” ihtiyacıdır.
Almanya’nın TÜSİAD’ı olarak adlandırabileceğimiz BDI (Bund Deutsche Industrielle), geçen ay yaptığı açıklamada “Almanya’ya önümüzdeki 20 yıl içinde büyük bir işgücü lazım olduğunu, ve Suriyelilerin de çok eğitimli olduğunu” belirterek, “Suriyelilere hızla çalışma hakkının verilmesini” istedi.
Merkel’in birden “hümanistleşmesinin” “sırrı” işte budur.
Bir diğer neden, mülteci sorununda emperyalizmin fazlaca teşhir olması ve emperyalistlerin bu noktada bir “hümanizm şovu”na ihtiyaç duymalarıdır.
Mülteciler ve “iltica” sorununda bir çok yanlış bakış açısı içiçedir. Bu nedenle, sorunun belli başlı yanlarını maddeleştirmekte yarar var:
1- Emperyalistler, “onbinlerce mülteciyi ülkelerine kabul ederek”, kimseye bir “iyilik” veya lütuf yapmış olmuyorlar. Mülteci sorunu zaten TAMAMEN emperyalistlerin yarattığı bir sorundur. Kendi yarattıkları sorunun üzerinden “iyilik meleği!” kesilemezler.
2- Mülteciliği savunmuyoruz. Herkesin kendi ülkesinde kalıp kendi ülkesini emperyalizme karşı savunmasını öneriyoruz. Ancak vatanlarından uzağa savrulan yoksul, bilinçsiz, çaresiz, örgütsüz insanlara iltica hakkı verilmesi de, tarihsel olarak meşrudur ve bu hakkı savunmak durumundayız.
3- İltica hakkı ve ona bağlı tüm diğer haklar, yıllardır emperyalistler tarafından ilticacılara karşı bir “boyun eğdirme”, “teslim alma” aracı olarak kullanılmaktadır. Buna karşı çıkmalıyız.
Siyasi planda, iltica ve ona bağlı oturum hakkı verilmesi karşılığında, insanlara ilerici, devrimci düşüncelerini terketmeleri dayatılmakta; bu dayatmaya boyun eğmeyenlerin hakları gasp edilmekte ve ülkeden kovulmaya çalışılmaktadır.
Ekonomik planda ise, iltica bir lütuf gibi sunulmakta ve “sana ev verdik. iş verdik, daha ne istiyorsun” havasında, onun her türlü itiraz hakkı ortadan kaldırılmaktadır. Böylelikle, işyerinde her türlü hak gasbına, angaryaya sesini çıkaramayan, sadaka düzeyindeki ücretlere itiraz edemeyen bir emekçi tipi ortaya çıkmaktadır.
Mülteciliğin siyais ve ekonomik istismar ve teslim alma aracı olarak kullanılmasının karşısına dikilmeli, bu konudaki dayatmalara boyun eğmemeliyiz.
4- Emperyalistler, “iltica hakkı” karşılığında, uyum ve asimilasyonu dayatmaktadırlar. Göçmen halklara uyum ve asimilasyonun dayatılması haklı, meşru ve doğru değildir.
Devrimci, demokrat, sol çevrelerde bile, “uyumun gerekli veya kaçınılmaz olduğu” düşüncesini savunanlar vardır. “Adamların ülkesinde sarıkla entariyle dolaşılır mı?” denebiliyor örneğin. Veya “tabiiki onların ülkesinde onların diliyle konuşulması gerekir” düşüncesi savunulabiliyor. Bir başka örnek; ırkçıların kaba, yabancı düşmanı tavırları sözkonusu edildiğinde “ama bizimkilerde de suç var, onların ülkesine gelmişiz, onların parasını yiyoruz, onların kurallarına uymuyoruz…” denilebiliyor. Örnekleri çoğaltmak mümkün.
Ancak mültecilik sorunu ele alınırken, şu hiç unutulmamalı: “Adamların ülkesine” kimse gönüllü olarak, keyfi olarak gelmedi. Mültecilik sorununda doğru yaklaşımın ilk ayırdedici noktası budur. Halklar bu ülkelere siyasal veya ekonomik zorunluluklarla savrulmuşlardır. Bu savrulmanın sorumlusu da yine bizzat emperyalizmden başkası değildir.
Halkların, emperyalizmin göbeğinde de kendi kültürleriyle yaşamasını savunmalıyız.
Emperyalistler, “iltica hakkı” lütfettiler diye, üç kuruş sosyal hak veriyorlar diye, halklara kendi yemeklerini, kendi giysilerini, kendi eğlence anlayışlarını, kısacası kendi yaşam tarzlarını DAYATMA HAKKINA SAHİP DEĞİLLERDİR.
5- Mültecilerle dayanışmak, yiyecek giyecek yardımıyla sınırlanamaz! Mültecilerle dayanışmanın en doğru yolu, mülteci katliamını teşhir etmek, katledenlerden hesap sormak ve mülteci halkları çaresizikten, örgütsüzlükten çıkarmaktır.
Emperyalizmin “kurtarıcı melek” rolüne izin vermemeliyiz. Bir MÜLTECİ KATLİAMI OLDUĞUNU UNUTMAMALI, UNUTTURMAMALIYIZ! Bilindiği gibi, Akdeniz’de mülteci gemilerini bizzat batıran emperyalistlerin kendileridir. AB’nin İtalya’ya verdiği mülteci fonunu keserek, mültecileri denizde ölüme terkeden yine kendileridir.
Bugün, Alman gerici basını, partileri de dahil, herkes mültecilere “yardım” çağrısı yapıyor. Bu nedenle de şu anda mültecilerin toplandığı ana merkezlerde yardım malzemeleri konusunda büyük yığılmalar olmuş durumda. Alman basını, kurumları, yarın onları unutacaktır zaten. Onları bekleyen, iltica yurtlarında berbat bir yaşam ve dışarıda acımasızca sömrülmektir.
İltica yurtları, uzun süredir toplumun gündeminin dışındaydı. Sadece ırkçılar tarafından “yakılmaları” haber oluyordu. Ancak mülteci yurtlarındaki koşullar son derece kötüdür; mülteci yurtlarının tümünde işkence, insanlık dışı aşağılamalar, ırkçılık hüküm sürmektedir. Son 5-6 ay içinde mülteci yurtlarındaki işkenceciliğin, ırkçılığın örnekleri, basına, televizyonlara da yansıdı. Alman devletinin mültecilere karşı hiçbir “hümanizminin” olmadığının kanıtı, mülteci yurtlarının durumudur.
Emperyalistler bir taşla birçok kuş vuruyorlar.
– İnsanların ülkesini işgal edip, yağmalayıp, talan edip, orada kendi tahakkümlerini kuruyor ve yeraltı yerüstü zenginliklerine el koyuyorlar.
– Yurtlarından ayrılmak zorunda kalan yüzbinlerce insanı “kurtaran” rolüne soyunup, onların yollara düşürenin de, yollarda katledenin de kendileri olduğunu gözlerden gizlemiş oluyorlar.
– Topraklarına kabul ettikleri mültecileri de ucuz işçi olarak çalıştırıp iliklerine kadar sömürüyorlar.
O halde mülteci sorununa sahip çıkmak, giyecek yiyecek yardımına indirgenebilecek bir şey değildir. Biz mülteci politikamızla bu oyunu bozmalı, emperyalistleri teşhir etmeliyiz. Mültecilik konusundaki doğru bakış açımız ve pratiğimiz, emperyalizme hiçbir konuda hak vermemek, emperyailzmi teşhir etmek, hesap sormak ve halklarla dayanışmak, örgütlenmek üzerine şekillenmelidir.
***
Emperyalizmin İltica Hakkı Karşılığında İstediği:
Ya Boyun Eğ! Ya Defol!
İLTİCA HAKKI,
TEHDİT, ŞANTAJ, SÖMÜRÜ ARACI OLARAK
KULLANILAMAZ!
Almanya’da, Avusturya’da sınırdışı tehditleriyle, peş peşe oturum iptalleriyle, bir haftalık, on günlük oturum vermelerle, “insani oturum” manevralarıyla tam bir yıldırma, sindirme politikası izleniyor.
Almanya, onyıllardır ilticacılara karşı çıkardığı yasalarla ünlüdür. Öyle ki, “uyuma karşı çıkma”yı bile sınırdışı etme gerekçesi olarak gösteren yasalar çıkarmıştır.
2009’da 8 bin Türkiyeliye “ülkenize dönün” mektubu gönderilmişti.
Mahkemeler, “artık Türkiye’de işkence yok” kararlarıyla sayısız iade kararı verdiler. Alman devleti ve mahkemeleri de elbette Türkiye’de işkencenin, infazların çok çeşitli biçimlerde sürdüğünü biliyorlardı. Ama mesele o değildi. Mesela Alman emperyalizmiyle Türkiye oligarşisi arasındaki işbirliği ve ilticacıların “ihtiyaç fazlası”nın, “kötü örnek olanlarının” sınırdışı edilmesi meselesiydi.
Alman devleti, 2008’de “Türkiyeye dönün” diye mektup gönderdiği kişileri “terör örgütüyle ilişkisini kesmeyen, örgüte desteğini sürdüren, eylemlerine iştirak ettiği tesbit edilen…” diye tanımlamıştı.
“İlticacı” zaten, o siyasi düşünceleri taşıdığı için ülkesinde baskıya uğramış, o siyasi düşünceleri taşıdığı için iltica başvurunda bulunmuştur. Almanya ve diğer avrupa ülkeleri de esas olarak yıllarca bu gerekçeyle iltica başvurularını kabul etmişlerdir.
Ama sonra “o düşünceyi hala savunması”, sınırdışı gerekçesi haline getirilmeye başlanmıştır. Bu, iltica hakkının doğasına aykırıdır.
“İnsani oturum” oyalamacasıyla da iltica hakkı tamamen budanmaktadır.
Oturum hakkının açıkça tehdit şantaj aracı olarak kullanılmasına karşı Temmuz’da Almanya’nın Köln şehrinde Yabancılar Polisinin bulunduğu yerde gerçekleştirilen eylemler, Evin Timtik’in 21 Ağustos’tan bu yana Avusturya’da Viyana’da Yabancılar Polisi önünde sürdürdüğü eylem, sorunu gündeme getiren, keyfiliğe tavır geliştiren eylemler olmuştur.
Bu konudaki sorunlardan biri de, Alman demokratik kurumlarının olsun, diğer yabancı halklara ait kurumların olsun, bu konuda ilticacıların meşruluğunu, haklılığını esas almayan, devlete “hak veren” bir yaklaşımda olmalarıdır. Bu yanlıştır.
İltica ve oturum hakkının gasp edilmesi, keyfi olarak verilmemesi, sadece devrimcilere karşı da değil, halkın diğer apolitik kesimlerine karşı da kullanılan bir yöntemdir.
İltica hakkının gasp edilmesine, iltica hakkının bu şekilde tehdit, şantaj aracı olarak kullanılmasına, ilticacıların ekonomik anlamda “süründürülmesine”, en sıradan sağlık haklarının bile “koşullara” bağlanmasına karşı çıkılmalıdır.
Bu demokratik, meşru bir haktır.
Çünkü, iltica hakkının kendisi meşru bir haktır. Dünya halklarının feodal rejimlere, faşist diktatörlüklere karşı mücadeleler içinde, halkların dayanışması temelinde tarihsel olarak kazanılmış bir haktır.
Tarihsel olarak ilticacılara, bir çok yerde devletler değil, halklar, devrimci, demokratik, ilerici kurumlar sahip çıkmıştır. Burjuvazinin ve burjuva demokrasisinin “ilerici” niteliğini koruduğu dönemlerde yasallaşmış bir haktır. Şimdi burjuvazi tüm hakları kısıtladığı gibi, iltica hakkını da ne olduğu belirsiz, istediği gibi kullanabileceği bir hakka çevirmeye çalışıyor. Halkların uğruna bedel ödeyerek kazandığı her hakkı olduğu gibi, bu hakkı da korumak da bizim görevimizdir.
***
Çocuklarımız Ve Gençlerimiz ?! ?! ?! ?!
- Çocuklarımız neden şımarık?
- 3-4 yaşındaki çocuklarımızla anne babalar neden “savaş” halindeler?
- Gençlere ne öğretiyoruz…
Ve daha önemlisi onlardan ne öğreniyoruz? - Yoksul gecekondu mahallelerinin Berkinler’i devrimci olduğunda, onları alkışlarken, facebook’ta kapak yaparken, kendi çocuklarımızın devrimci olmasına neden karşı çıkıyoruz?
Bunu nasıl açıklayacağız? - Çocuklarımız bizim mülkümüz mü?
Yani onlar beyni, yüreği olan gençler değil, hakkında istediğimiz kararı verebileceğimiz bir “mülk” mü? - Çocuğunuz devrimci olmak istediğini söylerse, onu cevabınız ne olacak?
Çocuklarınızın ayrı odaları olması, odalarında ayrı bilgisayarlarının, televizyonlarının olması iyi mi, kötü mü? - Çocuk eğitiminde ödül ve ceza olmalı mı? Olmalıysa, nasıl ödüller, ve nasıl cezalar olabilir? Mesela Mc. Donalds’a götürmek, sizce bir ödül mü, yoksa bir ceza mı?
- Çocukları ve gençleri TÜKETİM KÜLTÜRÜNDEN nasıl koruyacağız?.. Korumak mümkün mü, mümkünse nasıl?…
- Çocuğunuzun sigaraya başladığını öğrendiniz… ne yapacaksınız? Veya dahası alkol kullanmaya ve daha da kötüsü uyuşturucu kullanmaya başladığını öğrendiniz.. Nasıl yaklaşacaksınız?
- Cocuklarımız bilgisayar oyunlarından nasıl etkileniyor, nasıl şekilleniyor, biliyor musunuz?
- Daha bir yaşında, iki yaşında çocukların ellerine telefonlar veren anne babalar, onlara ne kadar büyük bir KÖTÜLÜK yaptığınızın farkında mısınız?
Buna benzer onlarca soruyu, bu sayfalarda tartışacağız…
Tartışalım… soralım soruşturalım… Bilim insanları ne diyor, onlara kulak verelim… Sosyalist eğitimcilerin
tecrübelerine bakalım… Bakalım ki, çocuklarımız ve gençler konusunda bu kadar çok YANLIŞ yapmayalım!!!
***
ENTERNASYONALİZM
GÜZEL BİR DÜNYA İDDİAMIZDIR
- Bölüm
Enternasyonalizm düşüncesini ve idealini yaşatma görevi bizimdir.
Böyledir, çünkü;
Biz, Marksist-Leninistiz. Biz, sosyalistiz. Bu sıfatlarımız, enternasyonalizmi savunma ve yaşatma görevini verir bize.
Bu görev, bugünün dünyasında özel olarak bizimdir. Böyledir, çünkü;
1980’lerden itibaren ulusal veya dinsel “kimlikler” üzerinden gelişen siyasal akımlar, enternasyonalizmi zayıflatan bir tablo yarattılar.
Bu, emperyalizmin istediği ve teşvik ettiği bir tabloydu. “Kimlik siyaseti” olarak da adlandırılan bu politikalar, özellikle Avrupa Birliği tarafından çok ciddi biçimde desteklendi. Çünkü, emperyalizmin SINIFSAL değil, sınıfsallığı örten, geri plana iten milliyetçi, dinci, mezhepçi örgütlenmeleri desteklemesi, kendi sınıfsal çıkarına uygun olandır. Sınıfsallıktan uzaklaşan siyasal ve toplumsal hareketler, emperyalizm için bir tehlike oluşturmaz.
Milliyetçilik, mezhepçilik, enternasyonalizmi zayıflatır; çünkü ikisi de mülkiyetçiliktir. Dar görüşlülüktür. Sorunlara asla TÜM HALKLARIN gözünden bakamazlar.
Bu anlamda, enternasyonalizmi savunmak, hakları çiğnenen, gasp edilen, asimile edilmek istenen tüm milliyetler ve inançlarla dayanışma içinde olurken, onların haklarını savunurken, aynı zamanda milliyetçilik, dincilik, mezhepçilik temelindeki akımların eleştirisini yapmak; onları TÜM HAKLARIN ÇIKARLARINI ESAS ALAN enternasyonalizm zeminine çekmeye çalışmaktır.
Avrupa’da da ideolojik mücadelede asıl ağırlık vereceğimiz yanlardan biri bu olmak durumundadır.
Enternasyonalizmi yaşatmak, bir yandan emperyalizme teslimiyet ve uzlaşma politikalarına karşı, ideolojik mücadele verirken, aynı anda emperyalizme karşı tavır alan tüm yurtsever, devrimci, ilerici siyasi hareketlerle dayanışmayı örgütleme ve ortak hareket etmeyi mümkün kılacak her zemini değerlendirme çabasında olmaktır.
Bunu başarmaya çalışmalıyız.
Halkların enternasyonalist geleceği, sosyalisttir. Dolayısıyla enternasyonalizmi savunmak, Marksizm-Leninizmi, devrimi, sosyalizmi savunmaktır.
Marksizm-Leninizmi, devrimi, sosyalizmi savunmayanlar arasında da son derece enternasyonalist tavır alanlar çıkmaz mı? Çıkabilir elbette. Çıkmıştır da… İspanya İç Savaşı’ndan Filistin direnişine, Kolombiya’dan Rojova’ya kadar bir çok yerde, sosyalist olmayan ama özgürlük ideali için, onur için, adalet için savaşan çok sayıda enternasyonalist çıkmıştır. Ancak bu olgu, yine de yukarıda söylediklerimizi değiştirmez. Çünkü biz kişisel olandan değil, bir dünya düzeninden, halkların yaşam tarzından söz ediyoruz.
Tüm halkların ortak idealler için birlikte mücadele ettiği, emperyalizme karşı birlikte savaştığı, sosyalist bir dünyayı ortaklaşa savunduğu bir enternasyonalizmden söz ediyoruz.
Yazımızın ilk bölümünde de değindiğimiz gibi, enternasyonalizmi, sadece güncel ihtiyaçlar çerçevesinde “kurulması zorunlu bir ilişki” biçimi olarak değil; ideolojik politik bir tercih olarak ele almalı; uzun vadeli ilişkiler, halkların ortak geleceği ufkuyla bakmalıyız.
Bu anlamda enternasyonalizm, tekil düzeyde şurada olup burada olmamayı indirgenemez. Bu kendi varlığını “dayanışmacılıkla” tanımlayan bir yaklaşımdır. Biz dayanışmacı değiliz, enternasyonaliztiz.
Bizim varlık nedenimiz, örgütlenme nedenimiz “dayanışmak” değil, devrim yapmaktır. Bu konuda net bir bakış açısına sahip olursak, güncel gelişmelere de doğru yaklaşabiliriz. Bu anlamda enternasyonalizm konusunda bazı temel doğruları da burada hatırlamakta yarar var.
Marks’tan ve onu ülkemize uyarlayan Mahir’den bu yana yaklaşımımız nettir. “Mücadelemizin formu ulusal, muhtevası enternasyonaldir.”
Enternasyonalist kimdir? Bu soruya da yıllar önce şu cevabı vermiştir sosyalistler: “Enternasyonalist; ülkesinde mümkün olanın en fazlasını yapandır.”
Yani bizim ilk ve esas hedefimiz Türkiye devrimidir. Herşey buna göre şekillenir, buna göre belirlenir. Öncelikleri, nerede ne zaman ne kadar bir şey yapılacağını belirleyen budur.
Devrimciler, hem vatansever, hem enternasyonalisttirler. Bu konuda kimsenin kaygısı, tereddütü olmamalıdır.
Böyle yaparsak enternasyonalizmden uzaklaşmış mı oluruz, veya tersinden şöyle yaparsak, vatanseverlikten uzaklaşmış mı oluruz kaygısına düşmeden, vatanseverliğin de, enternasyonalizmin de gereğini yerine getirmeliyiz.
Enternasyonalizmin ana zemini, asıl zemini, emperyalizme karşıtlığımızdır. Emperyalizm, TÜM DÜNYA HALKLARININ ortak düşmanıdır. Ve dünyanın her yerinde emperyalizme karşı savaş, hepimizin savaşıdır. Emperyalizme karşı kazanılan zaferler, hepimizin zaferidir.
“Dünyayı bir kez de Türkiye’den sarsacağız” iddiası, hem vatanseverlik, hem enternasyonalizmle ete kemiğe bürünür.
Enternasyonalizm, ulusal düzeyde
ırkçılığın, üstenciliğin,
benmerkezciliğin panzehiridir
Enternasyonalizmden uzaklaşın, milliyetçiliğe yaklaşır. Veya tersi de doğrudur; milliyetçiliğe meyleden, enternasyonalizmi yadsır… Bunun sonucu ise, ulusal planda benmerkezcilik, başka halklara karşı küçümseme ve benzeri yaklaşımlardır. Bunu ezilen halkların ulusalcı hareketlerinde de, emperyalist ülkelerin solunda da çeşitli düzeylerde görürüz.
Enternasyonalizm, diğer halkların ulusal ve sosyal zeminde tarihsel direnişlerine ve savaşlarına bağlılığımızdır. Enternasyonalizm, diğer halkların kültürlerine hayranlığımızdır. Enternasyonalizm, diğer halkların yaratıcı dehasına duyduğumuz saygıdır. Enternasyonalist devrimcileri, burjuva, küçük burjuva milliyetçilerinden, ulusal dar görüşlülükten, ulusal kendini beğenmişlikten ayırdeden en temel ölçülerden bir kısmı da bunlardır.
O zaman, her devrimci, başka halklara saygıyı, başka halkların yarattığı kültüre, değerlere saygıyı bilmek ve uygulamak zorundadır. Halklara karşı küçümseyici her türlü yaklaşımın ise karşısına çıkmalıyız. Dünya devrimcileri ve halkları arasındaki ilişkileri geliştirecek olan da bu yaklaşımdır.
Stalin şöyle diyor: “enternasyonal örgüt tipi, ARKADAŞLIK – KARDEŞLİK duygularının okuludur. Bu arkadaşlık enternasyonalizm yararına EN GÜÇLÜ AJİTASYONDUR. Milliyetlere göre örgütlenmede ise durum farklıdır. Milliyet temelinde örgütlenenler ulusal kabuklarına çekilirler. Örgütsel engellerle birbirlerinden ayrılırlar, ortak meseleler değil devrimcileri birbirinden ayıran şeyler vurgulanır.”
Avrupa’da Türkiye solu ve Avrupa solu arasında enternasyonalist dayanışmayı ve giderek güçlenen bir birliği yaratmak için daha çok ve daha somut bir çaba içinde olmalıyız.
Bizi yanlış tanıyorlar mesela. Bizi bizzat emperyalizmin anlattıklarından veya oportünizmin çarpık bakış açısından tanıyorlar. Kendimizi anlatmadan, tanıtmadan ideolojik mücadele veremez ve enternasyonalist bir bağ geliştiremeyiz. Bugün Avrupa’da enternasyonalizmi geliştirmenin ilk koşulu kendimizi anlatmak, tanıtmak, ikincisi dışımızdaki sol kesimlerle bir ideolojik mücadele zemini yaratmaktır. Bu pratik içinde bir araya gelmekten, panellere, sempozyumlara kadar her biçimde olabilir.
Sonuç olarak, enternasyonalizm düşüncesini, idealini savunmak ve pratikte somutlamak, dünya ölçeğinde de, Avrupa çapında da, kendi yaşadığımız ülkelerde de bizim misyonumuz ve görevimiz olarak görülmelidir. Bu görev “olsa iyi olur, ama çok da gerekli değil” diye bakılacak bir görev değil, “olmazsa olmaz” olarak görülmesi gereken bir görevdir.
***
Kışlık Saray
Kışlık Saray’da Kerenski.
Smolni’de Sovyetler ve Lenin,
sokakta onlar.
Onlar biliyorlar ki, O :
“- Dün erkendi, yarın geç.
Vakit tamam bugün,” dedi.
Onlar: “- Anladık, bildik,” – dediler.
Ve hiçbir zaman
bildiklerini bu kadar müthiş ve mükemmel bilmediler…
İşte: cepheden dönen süngüleri,
kamyonları, mitralyözleriyle,
hasretleri, ümitleri, mukaddes iştihaları,
rüzgârda karın üstünde savrulan sözleriyle
onlar yürüyorlar kışlık saraya…
Putilovski Zavot’tan Bolşevik Kitof :
“- Bugün büyük bir gündür, yoldaşlar, – diyor, – büyük bir gündür.
Ve ihtar ederim ki çapul yapmak isteyenlere
artık Kışlık Saray ve bütün Rusya işçinin ve köylünündür.”
Tesviyeci Topal Sergey :
“- Hey gidi dünya, – diyor, – hey,
ben 905’te on yaşımda geçtim bu yoldan :
en önde iri, mazlum gözlü azize tasvirleri,
yalnayak çocuklar, kocakarılar
ve uzun saçlı papaz Gapon…
Karşıda kırmızı pencerede, bütün Rusların çarı
sapsarı bakıyordu bize.
Kadınlar ağlaşarak toprağa diz çöktüler.
Ben kaldırmıştım ki elimi istavroz çıkarmak için
birdenbire dörtnala Kazaklar geldi karşımıza.
Kazaklar şahlanmış bir at ve simsiyah bir kalpaktılar.
Biz çocuklar bağrışarak serçe kuşları gibi düştük.
Bir at nalı ezdi benim dizkapağımı…”
Ve Topal Sergey bacağını sürüyerek
yürüyor onlarla Kışlık Saray’a…
Rüzgârdır, kardır
ve insanlardır hâkim olan manzaraya.
Lehistan cephesinden gelen köylü İvan Petroviç’in gözleri karanlıkta kedi gözleri gibi görüyor:
“- Ehhh, Matuşka, – diyor, –
yeşil başlı ördek gibi toprağı attık çantaya…”
Sütunların arkasından ateş açtı Kışlık Saray,
ateş açtı yüzü güzel Yunkersler
ve şişman orospular.
Tesviyeci Topal Sergey :
“- Hey gidi dünya, – dedi, – hey,
Kerenski kalmış kimlere…”
Ve topal bacağının üstünden
düştü yere…
Köylü İvan Petroviç,
yağlı, semiz toprağı avucunun içinde görüp
ve kırmızı sakalına tükürüp
bir Ukrayna şarkısı gibi işletiyor
mitralyözü…
Gecenin ortasında kırmızı tuğladan Kışlık Saray
ve limanda üç bacalı Avrora…
Bolşevik Kitof haykırdı yoldaşlara :
“- Yoldaşlar, – dedi, –
tarih / yani işçi ve köylü sınıfları,
yani kızıl asker,
yani, bir meşale yakıyoruz, – dedi, –
hücuma kalkıyoruz, – dedi…
Ve Neva nehrinde buzlar kızarırken
onlar bir çocuk gibi iştihalı
ve rüzgâr gibi cesur,
Kışlık Saray’a girdiler.
Demir, kömür ve şeker,
ve kırmızı bakır,
ve mensucat,
ve sevda ve zülum ve hayat,
ve bilcümle sanayi kollarının,
ve küçük ve büyük ve Beyaz Rusya ve Kafkasya, Sibirya ve Türkistan,
ve kederli Volga yollarının
ve şehirlerin bahtı
bir şafak vakti değişmiş oldu.
Bir şafak vakti karanlığın kenarından
karlı çizmelerini onlar
mermer merdivenlere bastıkları zaman…
Nazım Hikmet
Yeni Ekimleri
Biz Yaratacağız!
Gündoğdu
Avrupa için, 15 günlük gazete, Sayı: 1 (1 – 1 5 Eylül)
Göçmen Düşmanlığına ve Mülteci Katliamına Son!
İltica ve oturum hakkının ilticacılara karşı tehdit ve şantaj aracı olarak kullanılmasına son!
– Irkçılığa Yozlaşmaya Karşı Biz Varız!
– Enternasyonalizmi Büyütelim!
– Mücadele Geleneklerle Güçlenir
BİZ VARIZ!
Avrupa’da emperyalizmle halklar arasındaki mücadelede devrimci doğruların temsilcisi ve savunucusu olarak biz varız.
Irkçılığa karşı mücadelede biz varız.
Yozlaşmaya karşı mücadelede biz varız.
Emperyalizmin yağma ve talan politikalarına karşı biz varız.
Vatanımızda en şiddetli haliyle sürüp giden mücadelenin desteklenmesinde, halkımızın sorunlarının sahiplenmesinde biz varız.
Biz varız.
Bu soyut bir iddia, veya soyut bir ajitasyon sloganı değildir.
Mücadele arenasında yer alan tüm güçleri gözden geçirdiğimizde ortaya çıkan gerçek budur.
Irkçılığa, yozlaşmaya kim dur diyebilir, bakalım…
Düzen güçleri dur diyemez.
Avrupa ülkelerinin hiçbirinde sağ ve sol görünümlü düzen partilerinin ırkçılık ve yozlaşma karşısında net bir tutumları yoktur. Irkçılık, halkın tepkilerinin sisteme yönelmesini engelleyen bir “sigorta” gibidir. Bu nedenle hiçbir düzen partisi, ırkçılığa, yabancı düşmanlığına ve ırkçı örgütlere karşı açık bir tavır içinde değildir.
NSU karşısındaki tavırları bunun açık göstergesidir.
NSU’yla ilgili açığa çıkan gerçeklerin her biri devlet-NSU işbirliğini belgelemesine rağmen, hiçbir düzen partisi ciddi bir tepki geliştirmedi. Almanya’da Die Linke gibi, MLPD, DKP gibi, sol, komünist sıfatlar taşıyan partiler de bu tablonun dışında değildir.
İkincisi, düzenin polisiye güçleri, ırkçılığı engelleyebilecek güç ve donanıma sahiptir. Ancak bunu yapamazlar. Çünkü burjuvazinin politikaları polise böyle bir görev vermez.
Bu, yozlaşmaya, uyuşturucuya, fuhuşa ve kumara karşı mücadele açısından da geçerlidir. Düzen, istese, uyuşturucu ticaretini bir ayda ortadan kaldırabilir. Ama istemezler. Uyuşturucu fuhuş kumar, tıpkı ırkçılık gibi bu sömürü sisteminin sigortalarıdır.
Bunlar ne kadar yaygınsa, sömürü sistemi, o kadar güvencededir.
İşte bu nedenle düzenin hiçbir gücü ırkçılığa ve yozlaşmaya karşı çıkamaz.
İşte bu nedenle ırkçılığa karşı biz varız!
Diğer güçler açısından bakmaya devam edelim.
Göçmenler içinde yaygın olan dinci ve milliyetçi akımlar da ırkçılık ve yozlaşma karşısında duramazlar. Gerek dinci, gerek milliyetçi kesimler, ırkçılık ve yabancı düşmanlığından şikayetçidirler; ama ırkçılığa karşı çıkmak, devletle, sistemle çatışmayı da gerektirdiğinden, onlar bunu yapmak yerine, “uyum” politikalarına sığınma`yı seçmişlerdir. Irkçı saldırıların karşısında onları kolay kolay göremezsiniz. Böyle yaparak da ırkçılığın, yabancı düşmanlığının ekmeğine yağ sürmektedirler.
Yozlaşmaya karşı ise kendi içlerinde bir “alternatif” sahibi gibidirler. Ancak yozlaşmanın yerine koydukları yine düzenin istediği gibi, insanları gerici, bireyci bir yaşama hapsetmekten ibarettir.
Sol güçlere gelince; ırkçılığa, yozlaşmaya karşı mücadele açısından sol güçlerin çok büyük bir bölümü iki nedenle bunu yapamaz.
Birincisi, böyle bir mücadeleyi örgütleyecek güç ve dinamizmden yoksundurlar. İkincisi, hemen hepsi yozlaşmadan çok çeşitli biçimlerde etkilenmiş olup, bu konuda doğru bir tavrın dışına savrulmuşlardır.
İşte bütün bu nedenlerden dolayıdır ki; ırkçılık ve yozlaşmanın karşısında tutarlı, ilkeli, sonuç alıcı bir mücadeleyi ancak biz geliştirebiliriz. Irkçı saldırılar konusunda, NSU gibi gelişmeler karşısında, yozlaşma konusunda söylediklerimiz nettir ve yukarıdan bu yana sıraladığımız tüm siyasal güçlerden farklıdır.
Irkçılık ve yozlaşma sorununu bir tek biz doğru tanımlıyoruz. Çünkü bu konuda bir şey söyleyen ve yapan grupların bir çoğundaki temel eksiklik de, ırkçılığın ve yozlaşmanın sistemle, devletle bağını kurmaktaki tereddütleri ve muğlaklıklarıdır. Örneğin ülkemizde 1996-97’lerde Susurluk olayı yaşandığında bizim yaklaşımımızın farkı “Susurluk devlettir” dememizde ve mücadelemizi de buna göre şekillendirmemizde somutlanmıştır. Avrupa’daki ırkçılıkta, ve örneğin özellikle NSU olayında durum tam da budur ve NSU’nun devletle bağını ortaya koymadan, ırkçılığa karşı alınacak her tavır eksik kalır. Durum da buydu zaten. Özetlemek gerekirse, Alman ve göçmen kökenli siyasal grupların çoğu ya bu konuda tavır almıyor, ya da aldıkları tavır, sorunun özünü doğru tanımlamıyor.
Toplumsal olaylarda doğru tanımlar yapmak, sadece “bilmek”le değil, mücadelede iddialı ve cesaretli olmakla mümkündür. İddiasını ve cüretini kaybedip, statükolara sığınarak siyaset yapanların doğru tavırlar geliştirmeleri, sistemin ırkçılık, yozlaştırma veya başka alanlardaki politikalarının karşısına çıkmaları mümkün değildir.
Bunu yapabilecek sadece biz varız; çünkü bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizmi savunmakta iddiamız ve cüretimiz tamdır.
Yaşadığımız ülkelerde, emperyalist politikaların karşısına, bunun farkında ve bilincinde olarak çıkmalı, “biz varız” iddiasını ve gerçeğini hayatın içinde pratiğe dönüştürmeliyiz.
GÜNDOĞDU…’dan:
Gündoğdu’nun amacını kısaca özetleyelim: Ortak dilimizi güçlendirmek istiyoruz.
Avrupa’da hayatın her alanında karşımıza çıkan sorunlarda, ortak bakış açımızı geliştirmek istiyoruz.
Sevincimizde, tasamızda kaygılarımızda, coşkumuzda bir olmak istiyoruz.
Mücadele ve örgütlenme, sadece ortak eylemler, sadece herkesin kabul ettiği ortak bir tüzüğü olan dernekler demek değildir; ortak bir ruh halidir. Gündoğdu’da bunu yaratmaya çalışacağız.
Sesimiz, dilimiz, bakış açımız, ruh halimiz, kolektif yaşamımızın tuğlalarıdır. Bu tuğlalar üzerinde daha dayanıklı bir bina inşa etmeye çalışacağız.
İlk başta, Avrupa’da karşımıza çıkan belli konularda perspektif niteliğinde yazılar yer alacak dergimizde. Herkesin önerileri, katılımı ve katkılarıyla elbette zaman içinde değişip gelişecektir. 15 günlük periyodlarda her sayıda yeni yazılarımız olacak; ancak bunların dışında örneğin ırkçılıkla, yozlaşmayla, mültecilerle veya benzeri konularla ilgili röportajlar, araştırmalar da yer alabilir dergimizde.
Ülkemizdeki AKP faşizminin baskıları, dünyadaki mülteci katliamı, göçmenlere yönelik ırkçı saldırılar; ne yana baksak baskı, ne yana baksak adaletsizlik, ne yana baksak alçaklık…
Bunların karşısında bir tek biz varız.
Bir tek dünya halklarının mücadelesinin güzelliği var.
Bir tek dünya devrimcilerinin cüret ve fedakarlıklarının güzelliği var.
Bu alçak, sömürücü, adaletsiz, eşitsiz, acımasız dünyayı ancak devrimciler değiştirebilir ve ancak devrimciler güzelleştirebilir.
Manifestodan bu yana süren yürüyüş bunun içindir.
Ülkemizde “gündoğdu hep uyandık” marşının alanlarda haykırılmaya başladığı 1960’ların sonundan bu yana süren yürüyüş bunun içindir.
Bunun için “Gündoğdu…” dedik adımıza.
Siperlere! Sömürüye, zulme, adaletsizliklere, emperyalizme, faşizme karşı siperlerde daha çok, daha çok, daha çok olmalıyız…
Bunun için beynimizi, dilimizi, donanımimızı daha fazla güçlendirmeliyiz. Gündoğdu bunun için…
ENTERNASYONALİZM GÜZEL BİR DÜNYA İDDAMIZDIR
Emperyalizm, dünyanın tüm ilerici, devrimci, demokrat güçlerinin, ortak düşlerini gerçekleştirmek için güç birliği, gönül birliği ve kader birliği yapmalarıdır.
Enternasyonalizm, adil, özgür, güzel bir dünyayı yaratma mücadelesinin olmazsa olmazıdır.
Enternasyonalizmin zayıfladığı bir dönemdeyiz.
Dünya çapında sınıflar mücadelesinde yeralan yüzlerce irili ufaklı örgüt arasında, birbirinden farklı siyasi çizgilere sahip olan ama emperyalizme karşı olma noktasında aynı konumda yer alan yüzlerce örgütlenme arasında, olması gerektiği gibi bir güç, gönül ve kader birliği yoktur.
Elbette bu kendiliğinden ortaya çıkmış bir sonuç değildir. Enternasyonalizmin zayıflamasının bir çok nedeni olmakla birlikte burada özellikle ideolojik ve kültürel planda iki neden ön plana çıkmaktadır.
Birincisi; enternasyonalizmin zayıflaması, devrim iddiasının ve sosyalizm inancının zayıflamasının bir sonucudur.
İkincisi; enternasyonalizmin zayıflaması, kültürel planda bencilliğin ve benmerkezciliğin gelişmesinin bir sonucudur.
Enternasyonalizm ve milliyetçilik, birbirinin karşıtıdır; biri gelişirse diğeri geriler. Ki bugün dünyada olan budur. Milliyetçiliğin gelişmesine paralel olarak BENMERKEZCİLİK, DAR GÖRÜŞLÜLÜK VE ULUSAL BENCİLLİK gelişmiştir.
Devrim ve sosyalizm iddiası kalmayanlar, sadece “kendilerini” düşünürler. Dünyadaki ve ülkelerindeki bütün sorunlara sadece “kendi ulusları” açısından bakarlar. Başka halkların acısından, başka ülkelerin yerle yeksan edilmesinden kendilerine “çıkar” sağlamayı düşünebilirler.
Enternasyonalizm, devrimci, sosyalist ideolojinin geliştirdiği insanlığın en yüce, en güzel duygularından biridir.
Komünizm diyordu Che, “dünyanın neresinde olursa olsun, haksız yere patlayan bir tokadın acısını kendi yanağında hissetmektir”.
Enternasyonalizm de işte bunun halklar düzeyindeki halidir.
Bugün devrimi ve sosyalizmi savunanlar, dünya çapında enternasyonalizmi geliştirme ve örgütleme görevini de üstlenmek zorundadırlar.
Enternasyonalizm, dayanışmayı ve desteği içerir, ama bunlarla sınırlı değildir. Enternasyonalizmi sadece bunlara indirmek, onu sıradan bir dayanışma eylemi olarak tanımlamak demektir. Enternasyonalizm dünyanın tüm ilerici güçlerinin ortak hedeflere doğru ortak yürüyüşüdür.
Dünya halkları, İspanya İç Savaşı’ndaki “uluslararası tugaylar”dan Filistin’e koşan her milliyetten savaşçıya, Kongo’daki, Bolivya’daki Kübalı savaşçılardan Irak’ta canlarını ortaya koyan “canlı kalkan”lara, Kobane’de savaşan her milliyetten savaşçıya kadar, enternasyonalist dayanışmanın görkemli örneklerini yaratmışlardır. Dünya devrimci örgütleri, dünyanın neresinde olursa olsun, halklara yönelik saldırıları, katliamları kendi topraklarında cevaplamak gibi güçlü bir gelenek yaratmışlardır. Devrimci hareket bunun en istikrarlı temsilcisi olmuştur.
Ancak dünya solunda emperyalizmle uzlaşma politikalarının gelişmesine paralel olarak bunun tersi örnekler de bolca yaşanmaya başlanmıştır.
1991 Irak saldırısından bu yana emperyalizm dünyanın her yanında saldırı halindedir ve kendini ilerici, sosyalist, komünist olarak niteleyip bu saldırılar karşısında hemen hiçbir şey yapmayan sayısız örgütler vardır. Bu durum artık, bu güçlerin enternasyonalizmi tamamen unutmalarının sonucudur. Anti-emperyalizm yoksa, enternasyonalizm de yoktur veya yok olmaya mahkumdur.
Özellikle Avrupa solu açısından, enternasyonalizm daha çok kendi dışlarındaki devrimlerin, savaşların desteklenmesi şeklini almıştır; bu, kendi devrimini, kendi savaşını adeta reddeden yaklaşım, enternasyonalizmin içerik olarak zayıflamış, politik olarak daraltılmış bir halidir.
Enternasyonalizm, dünya çapında bağımsızlık demokrasi ve sosyalizm davasını büyütmektir.
Enternasyonalizm, bireylere ve gruplara, örgütlere hakim olan bencilliği, bireyciliği, benmerkezciliği yıkmaktır.
Devrimciler, bugün iki büyük enternasyonal çalışmanın öncülüğünü yapıyorlar; her yıl değişik ülkelerde toplanan ve UTMP (Uluslararası Tecrite Karşı Mücadele) tarafından organize edilen enternasyonalist toplantıyla, ülkemizde Halk Cephesi tarafından düzenlenen Eyüp Baş Emperyalist Saldırganlığa Karşı Halkların Birliği toplantıları, enternasyonalizm düşüncesinin ve ruhunun yaşatılması açısından önemlidir. Ancak bu ilişki ve çalışmaların her ülkenin kendi somutunda devam ettirilememesi, enternasyonalizmin pratikte ete kemiğe bürünmesini engelleyen bir durum oluşturuyor.
Enternasyonalizmin zayıflamasının bir diğer sonucu ve yansıması, dünya devrimci, ilerici örgütleri arasında ideolojik mücadelenin adeta yok denecek düzeye gerilemesidir. Kendini benmerkezcilikle, dar görüşlülükle ve daraltılmış bir enternasyonal dayanışmayla sınırlayanlar, kendilerini ideolojik mücadeleye de kapatmışlar, kendi dünyalarına hapsolmuşlardır.
Bugün enternasyonalizmi geliştirmek, dünya çapında ideolojik mücadeleyi geliştirmektir.
Kitaplarımızın, yayınlarımızın, bildiri ve açıklamalarımızın bulunduğumuz ülkelerin dillerine çevrilmesi, Avrupa solunun çeşitli kesimlerine ulaştırılması, hem ideolojik mücadelemiz açısından, hem güncel gelişmelere karşı ortak tavırlar geliştirebilmek açısından bir zorunluluktur ve bu noktada çok yetersiz olduğumuz açıktır. Bu anlamda bizim düşüncelerimizden, tavırlarımızdan, teorik tesbitlerimizden Avrupa ve dünya solunun haberi bile olmamaktadır.
Dünya soluyla ilişkiler, sadece “ihtiyaçlar” temelinde bir ilişki olmanın dışına çıkmalıdır; kendi eylemlerimize onları katmayı, onların eylemlerine katılmayı, pratik, örgütsel ve ideolojik olarak daha fazla şey paylaşmayı, enternasyonalist anlamda ortak bir ruh hali geliştirmeyi hedeflemeliyiz.
Uzlaşma, teslimiyet rüzgarlarının estiği bir dünyada, bir devrimci tavrı temsil ediyoruz. Marksizm-leninizmi temsil ediyoruz. Doğruları temsil ediyoruz ve dünya halklarının kurtuluşu bu çizgidedir diyoruz. Bu iddia, enternasyonalizm alanında hem ideolojik olarak, hem örgütsel olarak çok daha fazla şey yapmamızı gerektiriyor.
(devam edecek)
FETE DE L’HUMANİTE FESTİVALİ YA DA “İNSANLIK BAYRAMI”;
DÜNYANIN EN KİTLESEL ANTİ-FAŞİST FESTİVALİ
Fransa Paris’te her yıl Eylül ayı’nın ikinci haftasının sonunda düzenlenen ve geleneksel hale gelen festivalin düzenleyicisi Fransız Komünist Partisi’dir.
Fransa’nın Alman faşistleri tarafından işgal edildiği yıllar dışında 1930 yılından beri aralıksız düzenlenen bu festival Fransa’nın ve dünyanın en kitlesel anti-faşist “buluşmalarından” biridir…
Fransız Komünist Partisi’nin yayın organı olan L’HUMANİTE gazetesinin adıyla da anılan bu festivalin geliri bu gazetenin yaşatılması için kullanılmaktadır.
3 gün süren festival boyunca hemen her renkten ve her milliyetten insanı görebilirsiniz bu festivalde. Her yıl 1 milyonu aşkın emekçinin, işçinin, göçmenin, öğrencinin, memurun, işsizin… katıldığı bu festival aynı zamanda dünyanın en büyük anti-faşist festivallerinden biridir.
Sanattan-siyasete, müzikten halkların kendi kültürlerini sergiledikleri gösterilere kadar hemen bir çok faaliyet burada 3 gün boyunca yapılmaktadır.
Dünyanın dört bir yanından ilerici, anti-faşist ve anti-emperyalist bir çok örgütün, kurumun yan yana tanıtım yaptığı stantları, yüzbinlerce ilerici, demokrat, anti-faşist ziyaret etmektedir.
Kübalılar ile Azerbaycanlıların, Türkiyeli devrimciler ile Kolombiyalıların, Perulular ile Afrikalıların… daha onlarca ülke ve siyasi örgütün çadırlarının yan yana olduğu standtlar aynı zamanda örgüt, parti ve demokratik kitle örgütlerinin birbirlerini tanıdıkları yerler de olmaktadır.
3 gün boyunca festival alanında her çeşit müzikle, her tür faaliyetle karşılaşmak mümkündür. Eksikliklerine, Avrupa’da yaşanan yozlaşmaya paralel olarak festivalin yer yer bol alkolün tüketildiği sıradan şenliklere dönüşen bir yanı da olmasına rağmen; bu festival halkların, örgüt ve partilerin kendilerini ve ülkelerini anlattıkları, kendilerini dünyü halklarına tanıtabildikleri bir rol de oynamaktadır.
Emperyalist saldırıların arttığı, açık işgallerin peş peşe yaşandığı günümüzde böylesi festivallere daha çok ihtiyaç olmaktadır. Enternasyonalist dayanışmaya en çok ihtiyaç duyulan günümüzde bu festivalleri özellikle bu açıdan değerlendirmek gerekir.
İşte bu nedenle Halk Cephesi olarak her yıl bu festivale katılarak ülkemizi ve mücadelemizi dünya halklarına ve anti-emperyalist örgütlere ve kurumlara anlatıyoruz.
Emperyalistlerin devrimcileri tecrit etmeye çalıştığı, “kara listelerle” halklardan tecrit etmeye çalıştığı bugün ise bu tür etkinliklere katılıp dünya halklarına anti-emperyalist anti-oligarşik mücadelemizi anlatmak, umudumuzu, coşkumuzu, sosyalizm inancımızı, devrim iddiamızı buralara da taşımak, her zamankinden daha bir önem kazanmıştır.
Bu anlamda Hümanite festivali önemsenmeyecek, “dudak bükülüp” geçilecek bir festival değildir. Ya da kimi yozlaşan yanlarına bakıp “ilgisiz” kalabileceğimiz bir festival değildir. Keza, biz bu festivale, kimilerinin baktığı gibi “ticari bir faaliyet” olarak da bakmıyoruz.
Bizi ilgilendiren yanı, bu festival ile 3 gün boyunca dünya halklarına mücadelemizi anlatabiliriz, kendimizi tanıtabiliriz.
Bu festival aynı zamanda enternasyonalist dayanışmanın geliştirildiği bir festival olarak önemlidir. Emperyalist saldırılara karşı anti-emperyalist mücadelenin anlatıldığı, anti-emperyalizmin yeniden dünya solunun gündemine sokulduğu bir festival olarak da görülmelidir.
GİRMEDİK SOKAK, ÇALMADIK KAPI BIRAKMAYACAĞIZ!
Gitmediğimiz dernek… uğramadığımız üniversite… dolaşmadığımız pazar… kalmamalı!
Heyecanlıyız. Yeni bir yılda, yeni bir süreçte, daha büyük umutlarla Avrupa çapında dördüncü kez IRKÇILIĞA KARŞI TEK SES TEK YÜREK konseri yapacağız.
Her konserimiz bir önceki yılın deneyimleri ve sonuçları üzerine yükseldi.
İlk konserimiz, Avrupa’da da onbinleri bir araya toplayabileceğimize, emeğimizle, disiplinimizle hayallerimizi mutlaka gerçek kılacağımıza dair büyük bir inanç yarattı.
O gün her birimiz, konserin emek verenleri de, sadece dinleyicileri de aynı soruyu soruyorlardı: “acaba 10 bin olacak mıyız?”.
Olduk, önce 12.500 olduk, sonra 14 bin, sonra 15 bin…
Ve bugün 20 bin hedefiyle çıkıyoruz yola.
Dört yıl içinde çok şey yaşadık.
Konserlerimiz birçok konuda öğretici ve yol gösterici oldu.
– Emperyalizmin, Avrupa demokrasisinin gerçek yüzünü gördük örneğin. Çünkü konserimizin emekçileri tutuklandı. Konserlerimiz Anadolu Federasyonu üyelerine ceza vermenin gerekçesi oldu.
– Halkımıza sonsuz güven duymanın hayallerimizi de gerçek kılacağını öğrendik. Milliyet, inanç ayrımı yapmadan çaldık kapılarını. Ve geri çevirmedi halkımız bizi. Bilet almayan bile… farklı düşüncede olanlar bile… sözümüzü dinledi.
– Avrupa’da halkımızın ırkçılığa karşı bilinçli bilinçsiz bir öfke içinde olduğunu ama kendini ifade edeceği bir alan olmadığını, bu öfkenin sel olup ırkçıları değil, közleşip yürekleri yaktığını gördük.
Irkçılığa karşı örgütlenmenin ne kadar önemli olduğunun farkına vardık.
– Yüzlerce insanın aynı hedefle bir çalışmanın parçası olabileceğini öğrendik. İnsanlarımıza görev vermekte güvenli davranmamız gerektiğini, yapamaz, edemez diye düşünmenin yanlışlığını gördük.
– Bir ülkede, bir bölgede, bir şehirde “varız, yokuz” diye bir tartışmanın değil, “sesimiz kime ulaşmış, türkümüz hangi dillere dolanmış” diye araştırmanın önemini öğrendik. Olmadığımız yerde GÖNÜLLÜLER bizden fazla çalışıp binleri taşıdılar konser salonlarına. Varlığımızın salt fiziksel değil ideolojik bir varoluş olduğunu, elimizin değmediği yere türkülerimizin ve sesimizin ulaştığını gördük.
– Bizim çok büyük bir aile olduğumuzu öğrendik. Görevli tişörtlerini giymek, gençlerimiz için bir yarış konusu oldu… Yüzlerce insanımız, konseri doğru dürüst seyretmeden temizlikte, güvenlikte, yiyecek içecek standlarında görevler üstlendiler.
Birbiriyle hiç karşılaşmamış gözlerimiz, o tanıdık gülüşle, gözlerdeki o bilindik coşkuyla birleşti. Parmakla sayılamayacak bir aile olduğumuzu gördük.
– Emekle en zorlu koşulların aşılacağını, en olmaz kapıların açılacağını gördük. Emek, ısrar, inanç birliğinin diğer adının “hayalleri gerçek kılmak” olduğunu öğrendik.
– Komiteler kurmanın, komitelerle çalışmanın en zor işleri kolaylaştırdığını, kollarımızı dört bir yana ulaştırdığını öğrendik.
İşte bütün bunları ve daha fazlasını başardı büyük konserlerimiz.
Konserlerimizin “suç” gibi gösterilip cezalandırılmaya çalışılmasının nedeni de işte yarattığı bu umut ve inançtır.
Belki iki, belki üç ay boyunca, sabırla, emekle örgütlemeye çalıştığımız konserler, bize gücümüzü, örgütlü olmanın gücünü gösteriyor, ırkçılığın kaynağına yönelik bilinçlenmemizi sağlıyor, inanan insanın başaramayacağı şey olmadığını ispatlıyor.
Rahatsızlık veren budur onlara.
Şimdi bu rahatsızlığı büyütme zamanıdır.
28 Temmuz 2015’te Anadolu Federasyonu davası tutsaklarının aldıkları cezalarda konserin de bir “suçlama gerekçesi” olarak kullanılmasına karşı, konserimizi bu yıl daha çok sahiplenmenin çok önemli olduğunu biliyoruz.
4. Büyük Konserimiz, işte bu nedenle, EMPERYALİZME KARŞI CEVABIMIZ, TUTSAKLARA ARMAĞANIMIZ olacaktır.
Konserlerimiz türkülerden ve halaylardan ibaret değildir elbette; her bir konserimiz, yurtdışında yaşamak zorunda bırakılan Anadolu halkları olarak Avrupa’da “emeğimizle varız, hakkımızı istiyoruz” mücadelesine sahip çıkışımızdır.
Irkçılığa karşı direnmekten, örgütlenmekten vazgeçmeyeceğimizin ilanıdır.
Anti-emperyalist, anti-faşist olmanın bir suç değil, bir görev olduğunu onbinlerle göstermemizdir.
Elbette bu misyonu üstlenmemiz; sadece ve sadece emekle, disiplinle, programla ve bu programda ısrarla mümkündür.
Bunun için;
a. Her insanımız yanına bir ikinci kişi alarak komite olmalıdır.
b. Türkiyelilerin olduğu mahalleleri, sokakları, bölgeleri haritada çıkarıp, her sokağa girecek bir çalışma yürütülmelidir. Her komite bölgeleri paylaşmalı ve kolektif bir çalışma olmalıdır.
c. Duvarlar afişlerimizle donanmalı, bizi duymayan kalmamalıdır.
d. En iyi propaganda sesimizdir. Sokaklarda sesli propagandaya önem vermeliyiz.
e. Konser organizasyonunun merkeziyle canlı bir iletişim ve bağ içinde olunmalıdır.
Yapılan her çalışma, maille, facebook üzerinden ve resimlerle bildirilmeli ve uzaktaki arkadaşlarımızın da örnek alabileceği, öğrenebileceği, motive olabileceği bir zemin yaratılmalıdır.
f. Herkes ne kadar yapabiliyorsa yapmalıdır. Günde bir saatini veren bir saatini, üç saatini veren üç saatini… on dakikasını verebilen de on dakikasını vermelidir; “bundan ne olur ki” diye düşünmemeliyiz. Halkın örgütlü gücü, egemenleri korkutan gücü, işte tam da budur.
14 Kasım akşamı geldiğinde yaşayacağımız duygu, “bu yorgunluk ve emeğe değdi” olmalıdır. Kitle sayımız, coşkumuz her tür yorgunluğu içinde eritecek büyüklükte ve güçte olmalı diyorsak, girmedik sokak, çalmadık kapı bırakmayacağız.
Ülkedeki konserlerden öğrendiğimiz, 30. yıl Anadolu konserlerinden öğrendiğimiz, dört yıldır Irkçılığa Karşı Tek Ses Tek Yürek konserlerinden öğrendiğimiz aynıdır:
İNANARAK YOLA ÇIKARSAK, KOMİTELERLE ÇALIŞIRSAK, HEDEFLERİMİZİ AŞARIZ!
EMPERYALİZMİN DEVASA GÜCÜ KARŞISINDA MUCİZEMİZ EMEKTİR
Avrupa’da yaşayan Anadolu gençlik olarak halkımızın sorunlarını yükledik sırtımıza… Vatanımızın acılarını sığdırdık yüreğimize…
El kapılarında yokoluşumuzu hazırlayan emperyalizmin karşısına dikildik.
Avrupa’dan faşizme karşı öfkemizle vatanımızın bağımsızlığı için yanıp tutuşuyoruz.
Ancak bu yücelik bizi günlük yaşamın ortaya çıkardığı ayrıntılardan, sorunlardan arındırmıyor. Bu sıkıntıların en önemlisi ve hatta merkezi emekçi olmamamızdır. Gittiğimiz evlerde, yoldaşlık ilişkilerinde yaşadığımız çoğu sorunun kaynağında bu vardır. Halkımızın ve gençliğin Avrupa’da yaşadığı ırkçılık ve yozlaşmaya karşı mücadelesini örgütlerken hızlı olamamamızın, onları yozlaşmaya ve ırkçılığa karşı mücadelede örgütlü bir güce dönüştüremememizin altında yine aynı gerçek yatıyor. Aile ve akraba çevresine yönelik ilişkilerimizde emekçi olmamaktan yana ortaya çıkan sorunlarımız var.
Halbuki biz Avrupa’da gençlik olarak mucizeler yaratabiliriz. Emekçiliğimizi büyütürsek mucizeler yaratabiliriz.
Düşünün ki;
Bütün dünya emperyalizmin yıkılamaz olduğunu söylüyor..BİZ “kağıttan kaplandır” diyoruz.
Bütün dünya yaşamanın tek yolu silahları gömmek diyor. BİZ “kurşunum biterse taş, taş biterse yüreğimi fırlatırım” diyoruz.
Bütün dünya “sosyalizm bitti, emperyalizm değişti” diyor..BİZ “Kahrolsun emperyalizm, yaşasın sosyalizm” diyoruz.
“Yok olursunuz, yok ederiz” diyorlar…”Yoktan, yokoluştan bir gelecek kuracağız” diyoruz.
Sayımız çok az belki ama sonuncumuz düşünce toprağa binlerce tohum verecektir, biliyoruz.
Emperyalizmin, faşizmin devasa ordularının tıpkı Hatice Aşık’ın elindeki taş gibi, inancın ve zulme öfkenin yarattığı silahlar karşısında çaresiz kalacağını biliyoruz.
Çünkü biz yaratanın emek olduğunu, insanın mucizesini emeğin yarattığını, tüm sorunların çözümünün emek olduğunu biliyoruz.
Bu kendine güven bunun için.
Birken iki olmak, bunun için örgütlenmenin mucize formülüdür.
Kolektivizm, emeğin yoğun ve yaygın gücünü ortaya koyan mucize bir yöntemdir bunun için.
İnsanın insanlaşmasını nasıl EMEK yaratmışsa, bugün insanın yeniden insani değerlere kavuşmasını da EMEK yaratacaktır.
Tam da bu noktada emperyalizm emeği yozlaştırarak, gençliği emeğe yabancılaştırarak düzenini garantilemeye çalışıyor.
Emek insanı insanlaştıran mucize ise, emperyalizm, her halk çocuğu bu mucizeyi keşfetmesin diye uğraşıyor. Eğitimden yaşam biçimine kadar her alanda, emeğe yabancı, emeğin değerini bilmeyen, onu küçümseyen yeni kuşaklar yaratmaya çalışıyor.
Neden?
Bunun için önce emek nedir diye bakalım.
Emek vazgeçmeme halidir. Vazgeçmemek çabalamak demektir. Çaba insanın ne denli güçlü olduğunu ortaya çıkarır. Çünkü onlarca yol deneyerek insan hedefine ulaşacaktır.
BU TEHLİKEDİR… Israrlı ve inatçı insan yalanlara kanmayacak, kendine sunulanı kabul etmeyecek, tırnaklarıyla kazıya kazıya amacına ulaşacaktır.
Emek bir sevgi halidir. İnsanı en yorgun, en sıkıntılı anında ancak ve ancak sevgi yeniden harekete geçirebilir. Bu nedenle emek sevgiyi, sevgi emeği yaratır. Bu emek eğer halk ve vatan için harcanırsa, karşılığı halkın ve vatanın kurtuluşu için ölümüne mücadele etmektir.
BU TEHLİKEDİR… Emeğiyle sevgiyi yaratan, o sevgi uğruna herşeyi göze alacaktır. Emekleriyle sevgiyi yaratanları kimse bölemeyecek, parçalayamayacak, bu yumruğu açamayacaktır.
Emek, bilgiyi artırma ile paralel bir bilgelik halidir. Emek öğreticidir, insan öğrenir, düşünür, onu tecrübe haline getirir ve gerçekleri görür. Bu bilgiyi artırma süreci devam ettikçe insan gerçekle güçlenir. Kaynağını hayattan alarak bilgeleşir.
BU TEHLİKEDİR… Bilen insan kanmayacaktır. Bilen insan kendine dikte ettirilen yalanlara inanmayacaktır. Bilen insan soru soracak,sorgulayacak ve gerçeğe ulaşacaktır. Gerçek; kapitalizm yıkılacak, sosyalizm kurulucaktır.
Emek, umutlu olma halidir… emek harcarsa insan belki hızlı hızlı, belki yavaş yavaş ama mutlaka önüne çıkan engelleri aşıp hedeflediği o geleceğe, o güzelliğe ulaşır. Bu da umudunu güçlendirir insanın.
BU TEHLİKELİDİR… Umuttur insanı yaşatan, vazgeçirmeyen, her yenildiğinde yeniden ayağa kaldıran… Tehlikelidir çünkü emek harcayan insan her defasında “Bir gün mutlaka” diyecektir.
Kuşkusuz emeğin yarattığı ve emeği yaratan onlarca değer sıralayabiliriz. Ancak sıralayacağımız her şey aynı yere uzanacaktır.
İnsanın insanca yaşadığı bir düzen EMEK harcanırsa MÜMKÜNDÜR. Avrupa’da emek harcanırsa ırkçı saldırıları ve yozlaşma politikalarını boşa çıkarmak, bunun karşısında güçlü bir örgütlenme yaratmak mümkündür.
Zalimler için tehlike buradadır. Bunun için “kolay yoldan para kazan”, “emek harcamadan yaşa”, “başkasının sırtına bas” felsefesi ile eğitip yönlendiriyor gençliği.
Çünkü emeği bilmeyen, en başta kendine karşı duyarsızdır.
Çünkü emeğin kıymetini bilmeyen geleceğine karşı ilgisizdir.
Zalimler de bu duyarsızlık ve ilgisizlikten beslenip yaşarlar.
Diğer yandan hayatı boyunca ezilmiş, sömürülmüş, acı çekmiş, hayallerini geçim derdiyle bir yana bırakmış ailelerimiz, bizim daha az sıkıntı çekmemizin yolunu bize emek harcattırmamakta bulmuş.
Yani bir yanı evin içi, aile yaşamı, diğer yanı evin dışı, okul, ve sokak hayatımız.
Düzen bilinçli ve iradi, ailelerimiz ise bilinçsizce bizi emeksizliğe sürüklemiş.
Yattığı yatağı düzeltmeyi bir insani refleks olarak yaşayamayan, kirlettiğini temizlemek, bozduğunu tamir etmek, kırdığını telafi etmek gibi belki de en temel insani özellikleri hiç bilmeyen gençler olarak yetişenlerimiz olmuş.
Derken dünyanın cesaret edemediğine genç yaşımızda gönüllü olmuşuz. Zulmün karşısında “biz varız”, ırkçılığın ve yozlaşmanın karşısında “biz varız”, vatanımızı satan, halkımızı sömürenlerin karşısında “biz varız” demişiz.
Ama yetmiyor. Emek vererek bu yüce duyguların, “biz varız” duygusunun içini doldurmamız gerekiyor.
Biz ancak emeğimizle var olabiliriz halkın mücadelesinde.
Emeğimizle yoldaşlarımızla çözülemez bir yumak olabiliriz. Bizi birleştiren emektir.
Halkımız buna “alınteri” der. Ve en değerlisidir bizim halkımızın. Alınteri “helal” olandır. Alınteri dökülen ekmek kutsaldır.
İşte halkımız gibi acısına, sevincine, sorunlarına, umutsuzluklarına, çözümsüzlüklerine alınterimiz dökülmemişse, yoldaşlarımızı sevemeyiz.
Alınterlerimiz birbirine karışmazsa birlikte umut etmeyi, birlikte bir gelecek yaratmayı sözden öteye geçiremeyiz.
NE yapmalıyız?
• Emek vazgeçmeme haliyse, ne zaman içimizden “vazgeç” diye seslense düzen, daha sıkı sarılmalıyız işlerimize.
• Emek sevgi haliyse, sevgi emekten besleniyorsa, yoldaşlarımıza karşı sevgimizi emek vererek büyütmeliyiz.
• Emek bilgiyi artırma haliyse, sürekli okumalı, kendimizi eğitmeliyiz.
• Emek bir umut haliyse geleceğe dair hayaller kurmalı, bu hayalleri gerçekleştirmek için de çok çalışmalıyız. Irkçılık ve yozlaşmaya karşı mücadelemizde gecemizi gündüzümüze katmalıyız.
Ama her şeyden önce tarihin ortaya çıkardığı gerçeğe “emeğin mucizesi” gerçeğine inanmalıyız.
Engin Çeber’i yaratan da emektir, Engin Çeber’i ölümsüzleştiren de…
Onbinlerle konser yaptıran da emektir, her yıl bu sayıyı artıran da…
Düşmanı korkutan da emektir, yoldaşı sevindiren de…
Avrupa’nın devrimci gençliği emeğiyle mucizeler yaratacaktır.
Eğer, her gün bir sayfa daha fazla okumaya ahdedersek, yoldaşımızın olumluluğunu görüp büyütmeyi yaşam gözümüz yaparsak, hep birlikte çalışmayı, hep birlikte oturmayı, hep birlikte uyumayı kurallaştırır, emekte geride kalmayı değil emekte geçmeyi ilkeleştirirsek MUCİZELER BİZİ BEKLEYECEKTİR.
MÜCADELE GELENEKLERLE GÜÇLENİR
Bir halk ve bir toplumsal hareket, TARİHİ ve GELENEKLERİYLE güçlüdür. Avrupa’da direniş geleneklerimize yeni halkalar eklediğimiz ölçüde güçleneceğiz. Hayatın her alanında sorunlar ve direnişler bizi bekliyor. Avrupa halkı ve solu açısından demokratik mücadelenin üzerine uzun süredir bir ölü toprağı serpilmiş gibidir. Avrupa işçi sınıfı ve halkı, örgütsüzlükle, tüketim kültürüyle, alkolla, futbolla, korkuyla pasifize edilmiştir. Bu nedenle onyıllardır Avrupa tarihine büyük direnişler yazılmıyor.
Bu, sadece pratik bir durum değildir; aynı zamanda beyinlerde oluşan ideolojik politik bir tahribattır. Tahribat, kendini en açık biçimde demokratik mücadeleye inançsızlıkta göstermektedir. Direnerek hak alınamayacağı düşüncesi giderek hakim olmuş ve bu da eylemsizliği veya sonuç alıcı olmayan eylemlerle sınırlanmayı getirmiştir.
Bu nedenle, Almanya hapishanelerinde devrimci tutsaklar tarafından peşpeşe geliştirilen direnişler, mevcut tablonun çok dışında bir durum oluşturmuştur
Şadi’yle direndik kazandık. Gülaferit’le direndik kazandık. Özkan’la direndik kazandık. Hapishanelerde direnmenin, sahiplenmenin, mahkeme salonlarında düşüncelerimizi savunmanın, vatanımızdan gelip burada ahkam kesen katliamcıların karşısına çıkmanın… güçlü örneklerini yarattık. Avrupa’daki mücadele, yukarıda da vurguladığımız gibi demokratik mücadele gelenekleri açısından kısmen zayıftır. Zaferle sonuçlanan bu direnişler, işte bu kurak toprakta yeşeren filizlerdir.
Avrupa’da demokratik mücadele bu direnişlerin açtığı yoldan gelişecektir. Zaferle sonuçlanan, cüret ve bedel ödeme kararlılığı taşıyan her direniş, yurtdışında yaşayan halkımıza umut ve güven kazandıracaktır. Sadece halkımıza da değil; yurtdışındaki bu direnişler, Avrupa halkını ve Avrupa solunu da mutlaka etkileyecek, onlarda körelen yanları canlandıracaktır. Onların moralsizliklerini, statükolarını sorgulamalarına yol açacaktır.
Direnişler, Avrupa emperyalizmine karşı mücadelede oluşan yılgınlığa ve “Alman devletinden direnerek hak alınamaz… devlete geri adım attırılamaz” düşüncesine önemli bir darbe vurmuştur.
Direnerek kazanılır. Bu, nerede olursa olsun, evrensel bir gerçektir. Sınıflar mücadelesinin tarihsel yasasıdır. Bu tarihsel kural, Avrupa’da veya dünyanın herhangi bir yerinde başka türlü değildir.
Demokratik haklar, dünyanın her yerinde mücadeleyle kazanılmıştır ve yine dünyanın her yerinde, halklar zayıfladığında, egemenLer o hakları ya açıkça gasp eder ya da kullanılamaz hale getirirler. Bugün Avrupa genelinde de bu süreç yaşanmaktadır. Anayasal
hak olarak belirlenmiş gösterilere, basın açıklamalarına “izin” vermemeler, konser yasakları, düzenin yasalarına göre faaliyet yürüten sol partilere ilişkin takip kararları, yayın yasakları, savunma hakkının içini boşaltan yargılamalar, sendikasızlaştırma dayatmaları, “güvenlik” adına sokaklara yayılan polis terörü, demokratik kurumlara yönelik baskınlar… Avrupa’da demokratik hakların nasıl yavaş yavaş gasp edildiğinin somut göstergeleridir.
Ancak burada asıl sorun bunlara karşı demokratik bir direnişin gelişmemesidir. Daha da vahim olan ise, başta Alman solu, Avrupa solu olmak üzere, bir çok ilerici kesimin bu gaspların, gerilemenin adeta farkında olmamasıdır. Örneğin Almanya’daki dernek baskınları, dergi yasakları, konser düzenlemenin bile “dava” konusu olması, hapishanelerdeki baskılar anlatıldığında, Almanya’daki partiler, sol çevreler bunları şaşkınlıkla, inanmazlıkla karşılamaktadırlar.
Öyle ki, bazen devletin yasakları, kısıtlamaları, hak gaspları, terör demagojisiyle veya başka bir nedenle “meşru” görülebilmektedir; devrimcilere, veya başka kesimlere konulan yasaklar karşısında “kesin bir nedeni vardır” düşüncesi, Avrupa solunda oldukça yaygındır. Bu durum, bizleri de yer yer etkilemiştir; yasaklamalar, “izin vermemeler” karşısında “izin vermediler” denilip haklarımızı kullanmakta ısrarcı olunmayabiliyor. Bu mücadelede aslolan meşruluk temelinde hareket etmektir. Direniş gelenekleri yaratmak da kaynağını buradan alır.
İşte bütün bunlardan dolayı, hapishanelerdeki direnişler, dışarıdaki çadır direnişleri, etkili protestolar, ırkçılığa karşı mücadeledeki yetersiz de olsa gösterilen ısrar, Avrupa’daki tarihsel olarak güçlü demokratik mücadele geleneğini hatırlatmak ve canlandırmak açısından önemli olmuştur. Güçlü gelenekler yaratmak, demokratik mücadelede kazanmanın, haklar ve özgürlükleri geliştirmenin de koşullarından biridir. Çünkü arkamızda öylesine güçlü gelenekler olduğunda, egemen sınıflar da neyi ne kadar yapabileceğimizi, ne kadar kararlı ve ısrarlı olduğumuzu bilirler…
Avrupa’da da mücadelenin her alanında gelenekler yaratmalıyız.
Gelenekler yaratmak, güç olmaktır. Sırtını, direnişlerle, destanlarla dolu, kazanımlarla dolu bir tarihe yaslayanlar, tarihin gücünü yanlarına alıp daha da güçlenmiş olarak çıkarlar egemenlerin karşısına.