Dayı Diyor ki;
Savaşan Kadın Bağımsız Kadındır Devrime Meşaledir Bizim Kadınlarımız
Kadının tarihten getirdiği zulme karşı savaş geleneği, bu tarih içinde oluşan vefalı, öfkeli, fedakâr nitelikleri onu hızla devrimci savaşa taşıdı.
“Nasıl bir devrimcilik” sorularına verilen cevaplar aynı zamanda “Nasıl bir kadın” sorusuna verilmektedir.
Burjuva ideolojisinden tümüyle kopan ve onun düzenini güçlendiren her görüntüsüne savaş açan bir devrimcilik…
Burjuva kadına darbe vuran, burjuva ideolojisinin kimi zaman sevgi, kimi zaman aile, kimi zaman gözyaşı olarak ortaya çıkardığı güçsüz kadına savaş açan bir devrimci kadın…
Parti-Cephe savaşı büyüttükçe devrimci kadının savaşını da büyüttü.
Parti-Cephe kadın yoldaşlarına güvendi.
Parti-Cepheli kadının simgesi kadın şehitlerimiz, Partilerinin hedef gösterdiği iktidar bilinciyle donandılar.
İktidar, düşmanı yenmekti ve onlar düşmanı yenmekten onları alıkoyan tüm engelleri bir bir aşıp, düzen kişilikleriyle kararlı bir savaş yürüttüler.
Onlar Parti-Cephe’nin Anadolu kadınının en olumlu yanlarını iktidar bilinciyle, Marksist-Leninist ideolojiyle birleştirdiği bir tarihsel çizgi üzerinde kahramanlaştılar. Sosyalist kadının temsilcisi oldular.
Kadının devrim mücadelesindeki yeri ülkemizde de “Kadınlar olmadan devrim olmaz, devrim olmadan kadın kurtulmaz” sözüyle özdeştir.
Kadının gerçek kurtuluşu devrim, hedefi sosyalist kadındır. Ancak Parti-Cepheli kadın şehitlerin gösterdiği gibi bu kişilikleri yaratmak yarının değil bugünün sorunudur. Çünkü bu kişilikler olmadan Anadolu kadınının kurtuluşu demek olan Türkiye devrimi de yapılamaz. Bu kişilikler yaratılmadan kadın kurtulamaz.
Anadolu kadınının önü açıktır. Ona yol gösteren onlarca kahraman şehidi vardır. Kadının ufku açıktır. Bu ufuk bağımsız kadın kişiliğidir.
Bağımsız kadın kişiliği düzeni, burjuva ideolojisini esastan reddetmedir.
İktidar iddiası ve ideolojik sağlamlıkla örtülü bir çizgide kendine güvenen bir kişilik yaratmaktır
Savaşan kadın bağımsız kadındır.
Gerisi Hayat…
*
Dayı Diyor ki;
Dünyayı ve ülkeyi tanımayan, kapitalizmin sömürüsü ve faşizmin baskıları altında ezilen, savaşmak isteyen ama nasıl savaşılacağını bilmeyen insanları sabırla eğitmek…
Onlara devrimci kişilik kazandırmak bürokrat bir yönetici için Katlanılması Zor Bir Sıkıntıdır.
O, bu tür bir faaliyet yerine hazır olanak, hazır insan ister.
-Doğaldır ki, böyle bir anlayış kadro yetiştiremez, kitleleri geliştiremez.
Böyle bir anlayış insanlarımıza özenli yaklaşamaz, onları geliştiremez, konuşamaz. Bir işe, çalışmaya kanını, canı, emeğini her şeyden önemlisi devrimci motivasyonunu, moral ve coşkunu kattığında bütün insanlar seninle birlikte olmak isterler…
Gerisi Hayat…
*
Dayı Diyor ki;
Zaman
Zaman yetmiyorsa ne yapacağız?
Gün 24 saat bunu değiştirmek mümkün değil.
Zaman yaratacağız.
Nasıl?
Çalışma tarzımızı, çalışma alışkanlıklarımızı gözden geçireceğiz.
Gerisi Hayat…
*
Dayı Diyor ki;
Kahramanlar Özel Seçilmiş İnsanlar Değildir!
Kahraman Olmak İçin Halkını ve Vatanını Sevmek Yeterlidir!
Mutluluk Vatanı Uğruna Dövüşebilmektir!
Gerisi Hayat…
*
Dayı Diyor ki;
Düşüncelerimizi Dökülen Kanımızla Öğreniyoruz ve Öğretiyoruz… Anlatıyoruz. Pekiştiriyoruz.
Her Doğrumuzu Kanla Öğreniyoruz. Bu Kadar Değerli Kan Can Bedeli Doğrularımızın Bir Çırpıda Göz ardı Edilmesine İzin Vermeyeceğiz!
Devrim İçin Savaşmaktan Korkanlar, Dökülen Kanımızı Şehitliklerimizi Silahlı Mücadelenin Sonu İlan Etmekten Geri Durmuyorlar;
Biz Kazanacağız.
Biliyoruz; Gerisi Hayattır!
Hayat Da Kavgadır!
*
Dayı Diyor ki;
Devrim Ancak Silahla Kurulur Silahla Korunur.
Bunun dışındaki her düşüncenin varacağı nokta “Barış” adına emperyalizme teslim olmaktır.
Gerisi Hayat…
*
İDEOLOJİK ÇİZGİ
İdeolojik ve siyasi çizginin doğruluğu ve yanlışlığı her şeyi belirler.
Partinin çizgisi doğru ise her şey yolunda gider. Taraftarı yoksa taraftar kazanır.
Silahları yoksa silah kazanır.
İktidara sahip değilse iktidarı alır.
Çizgisi doğru değilse sahip olduklarını da kaybeder. Çizgi bir ağ ipine benzer.
İp çekildi mi bütün ağ açılır.
Tayin edici olan çizgimizin doğruluğudur.
Çizgimiz doğru olduğu sürece gerisi mutlaka gelecektir.
Önemli olan çizgimizde ısrar etmemizdir.
İş, bu çizgiyi hayata geçirecek olan kadrolardadır. Madem bu hareketin motorları biziz;
Bu çizgide ısrar ederek gelişmenin önünü açacağız.
*
Dünyanın Baş Çelişkisi Emperyalizm İle Halklar Arasındadır!
Kahrolsun ABD Emperyalizmi!
Emperyalizm Halkların Kurtuluş Umudunu Boğamadı, Boğamıyor, Boğamayacak! Emperyalizme Karşı Bağımsızlık, Faşizme Karşı Demokrasi, Kapitalizme Karşı Sosyalizm İçin Savaşıyoruz! Haklıyız Kazanacağız!
Emperyalizm Gerçeği Kavranılmadan, Hiçbir Şeyi Doğru Tahlil Edilemez,
Hiçbir Şey Doğru Yapılamaz!
Emperyalizm Girdiği Her Yere, Herkese Zulüm Getirir!
Emperyalizme Uşaklığa Devrimle Son Vereceğiz!
Dünya Halklarının Baş Düşmanı Amerikan Emperyalizmidir!
Türkiye Amerika’nın Çiftliği Olmayacak! Amerika Defol!
Emperyalizm Halkları Teslim Alamayacak!
İslam’ın Emperyalizmin Karşısında Olduğunu Söyleyenler
Arap Halklarının Yanında Yer Almalıdır. Amerika’ya Karşı Savaşmalıdır!
Amerika Demek Katliam ve Sömürü Demektir!
Amerika’yı Ülkemizden Kovacağız!
Emperyalizme Karşı Savaşlar Enternasyonalistir!
Emperyalizme Vurulan Her Darbe Kazanımdır!
Emperyalizme Karşı Olunmadan Bağımsızlık Savunulamaz!
Ortadoğu Emperyalizmin Dikensiz Gül Bahçesi Olmayacak!
Ulusal Kurtuluş Emperyalizme Karşı Mücadeleden Geçer!
Amerika’nın Kuklası, Halk Düşmanı Faşist AKP Hükümeti İflas Etmiştir!
Kürt Halkının Kurtuluşu _ Anadolu İhtilalindedir!
Emperyalizmin İzniyle Özgürlük Olmaz!
Katliamların, Kayıpların Her Türlü Zulmün, Yoksulluğumuzun Sorumlusu Amerikan Emperyalizmidir!
Nerede Olursak Olalım, Irkçılığa, Faşizme, Emperyalizme Karşı Mücadele Edeceğiz. Emperyalizm ve Tekellerin Hükümeti AKP’nin Halka Verebileceği Bir Şey Yoktur! Emperyalizm, Oligarşi ve İşbirlikçileri Yenilecek Halk İktidarı Kurulacak!
Kurtuluşa Kadar Savaş!
*
Dayı Diyor ki;
Hiçbir Şeyi İdealize Etmeden Mükemmelliyetçi Olmadan Faaliyet Yürütülmelidir!
Her şey basit çok sade ele alınmalıdır.
Bu dikkatsizlik ve hesapsızlık demek değildir.
Bu AYNI ZAMANDA her bilgiyi her işi altın terazisinde tartar gibi düşünmek ve planlamaktır.
Her türlü riskten arındırılmış ideal koşullar yoktur
Ve Hiç Bir Zaman da Olmayacaktır.
Hayat risklerle doludur, savaş da öyle.
Savaşta Mucize Yoktur.
Bizim savaşımız düzdür. Basittir.
Mucizeler ve abartılar yoktur.
Bir eylem planlarken, bir işi organize ederken gerçekçi olunacaktır.
Hesap sorma, zulüm karşısında samimi ve hesapsız durmayı gerektirir!
Gerisi Hayat…
*
Dayı Diyor ki;
Umut Olacağız
Düzen içimize yılgınlık, korku, inançsızlık, sevgisizlik sokmaya çalışıyor.
Hep gelecek korkusu, hep açlık, hep yoksulluk yaratıyorlar.
Bu korkularla insanları Kör, Sağır, Sersem,
Beyinleri işlemez hale getiriyorlar.
Kör gözlere göz, sağırlara kulak, sersemletilmişlere beyin olacağız.
Umut Olacağız!
İnsan emek verdiği şeyi savunur.
Halk hiçbir emeği göz ardı etmez.
*
MEŞRULUK HAKLILIKTIR
Meşruluk; şehirlerde, üslerde, sokakta, alanlarda, mevzilerde, hapishanelerde, dağlarda, silahlı silahsız savaşla direnerek, savaşarak halkın kurtuluş savaşını ve halkın iktidar alternatifini büyütmektir. Meşruluk; düşmanın her türlü saldırısı karşısında haklılığını haykırarak, savaşarak örgütleyerek, savaştırarak, halkın iktidarı için devrim yürüyüşümüzü sürdürmektir. Meşruluk temelinde örgütlemek gereklidir. Hak alma mücadelesi örgütlü ve fiili olarak yasal hakları sonuna kadar kullanıp meşru temelde geliştirilmek durumundadır
*
Dayı Diyor ki;
İdeolojik netlik hayata ve mücadeleye dair ne kadar soru varsa bunlara doğru cevaplar verebilmektir. İdeolojik netlik bir devrimciyi güçlü kılar, kendine güvenini artırır.
Doğru düşünmesini sağlar.
İşte bu nedenle ömür boyu öğrenci olmak için yılmadan yetinmeden öğrenmeliyiz.
Bilgi, eğitim hava gibi, su gibi bir ihtiyaçtır bizim için, yoksa nefessiz kalır boğuluruz.
Susuz kalır çatlarız
*
Dayı Diyor ki;
Dilek ve temennilerle hareket etmeyeceğiz!
Şöyle yaparsam böyle olur mu gibi tahminlerle de olmaz! Başarmak için şunlar gerekli bunları yapacağım şeklinde düşüneceğiz! İlkelerimize ve kurallarımıza göre hareket edeceğiz!
Devrimci doğruları hayata geçireceğiz!
Gerisi Hayat…
*
Dayı Diyor ki;
Düzenin gerçek alternatifi olan, kitleleri örgütleme yeteneği ve dinamiğine sahip olan sadece bizdik. Başta Cephe olmak üzere devrimcilerdi.
Dünyada yenilgi rüzgârlarının estiği, bayraklardan orak çekiçlerin çıkarıldığı, gerilla hareketlerinin silah bıraktığı bir dünyada, devrim hedefinden, Marksizm-Leninizm’den bir adım bile geri atmayan bir devrimciliğin temsilcileriydik. Oligarşi bütün o “ezdik… yok ettik… marjinal…” demagojilerine rağmen, böyle bir kararlılık ve devrim iddiasının kokuşmuş bir düzende en büyük tehlike olduğunu çok iyi biliyordu.
Emperyalistlerin ve işbirlikçilerin dilinden düşürmediği “istikrar”, bu tehlikenin bertaraf edilmesine, en azından etkisizleştirmesine bağlıydı. Ülkemizde emperyalizmin siyasi, ekonomik, askeri politikalarını rahatça uygulayabilmesinin önündeki tek engel olarak gördükleri devrimci hareketi tasfiye ettiklerinde, direnen hiçbir gücün kalmayacağını hesapladılar.
Hesap, bir yanıyla doğruydu; bu ülkede düzen değişikliği denildiğinde olduğu gibi, demokratik muhalefet denildiğinde de devrimcilerin öncülüğü vardır. Bu olmadan, “muhalefet” olarak ortaya çıkan hareketlerin egemen sınıfları rahatsız bile etmediği gibi, demokrasicilik vitrininin süsü olma işlevi gördükleri bilinen bir gerçektir.
Ancak hesaptaki hata, Türkiye devrimci hareketinin direnme gücünün, dinamiğinin ve geleneklerinin bu kadar köklü oluşunu öngörememiş olmalarıdır.
Bugün, koyu bir sansürle direnişi yok sayma politikasını uygulasalar da, direnişin uzun vadede sistem için çok daha büyük bir tehlike potansiyelini, isyan ruhunu ve direnme kararlılığını bu topraklara ektiğini çok iyi bilmektedirler.
Daha fazla sansüre, tehdide, şantaja başvurmaları da buradan kaynaklıdır.
*
Dayı Diyor ki;
Düşmanın haksız savaş gücü karşısında, inanmış ve kendini savaşçı bir ruhla donatmış devrimci irade, her çarpışma alanında bu gücü silip süpürmede de ustalaşır…
Gerisi Hayat…
*
Dayı Diyor ki;
Bugün, faşizmin karşısında alternatif tek güç, halkın iktidara karşı silahlı savaşını sürdürmek, tüm milliyetlerden inançlardan emekçi, aydın, yurtsever halk kitlelerini halk kurtuluş cephesi saflarında birleştirmek ve savaştırmaktır.
*
Dayı Diyor ki;
Halk gerçeğimiz daha geniş bir zemine yayılmalı, emperyalizme ve faşizme karşı saflaştırılmalıdır.
Bu saflaşma hızla yayılıyor ve netleşmeye doğru gidiliyor ama örgütsüzdür.
Örgütlü hale getiremezsek, faşizm, yaşananlardan dersler çıkartarak daha şiddetli baskı ve terörle bu saflaşmayı engelleyici, dağıtıcı roller oynayabilecektir. Örgütlenmeliyiz!
*
Dayı Diyor ki;
Haklıyız kazanacağız!
Çünkü halkın iktidarı, halkın yönetimi için savaşıyoruz. Halkımızın örgütlü gücüyle birleşmiş devrimci şiddetimiz yenilmedi – yenilmeyecek…
*
Dayı Diyor ki;
Bugün devrimcilerin temel sorunu halka devletin, sömürünün ne olup olmadığını göstermek değil, bu devletten kurtulmak için nasıl mücadele edeceğiz, nasıl örgütleneceğiz ve ne yapacağız sorularını cevaplayabilmektir.
Bütün çalışmalarımızın odağında örgütlenme yoksa her gün artan oranda insan örgütlemiyorsak, taraftar kazanamıyorsak, gerekli çalışmayı yapmıyoruz demektir.
Her Parti-Cepheli, illegal veya legal, demokratik, siyasal veya silahlı hangi alanda çalışırsa çalışsın örgütleme yapmak durumundadır.
*
Dayı Diyor ki;
Emperyalizme ve Faşizme Karşı Halkların Her Başkaldırısında, Her Direnişte
Hayata Dönüyor Her Şehidimiz ve Che Guevara Alnında Yıldızlı Beresiyle;
Meksika’dan, Filistin’den, Türkiye’ye Dek ve Her Dilde Söyleniyor Türküsü:
Hayatta Kalmak İçin
Tek Umudumuz Silahlarımız!
Onu Bırakmak Aptallık VE Suçtur…
*
Dayı Diyor ki;
“(…) Gerçek bir önder bırakın yoğun devrimci potansiyelin olmasını hiçbir ilişkinin, hiçbir olanağın olmadığı koşullarda dahi yaşamanın ve kitlelere ulaşmanın yolunu bulan insandır.
Nasıl sorusunun reçetesi yoktur.
Bunun cevabı devrimci inanç, yaratıcılık, disiplinli olmak ve engin bir halk sevgisidir”
*
Dayı Diyor ki;
Belirsizlik, bir olayın teorik açıklamasının yapılamayışıdır.
Bir olayın bilimsel nedenlerini anlamazsak açıklamalar yüzeysel olmaktan öte, kaderci bir bakışla yapılır ve her şey tüm olanlar olağanmış gibi ele alınır.
Kadercilik inançsızlığı ve yılgınlığı besler.
Bilinç öğrenmekten geçer Öğrenmek sürekli bir tekrardan geçer. Her tekrar yeni şeyler katar.
İdeolojik seviyeyi sürekli yükseltir.
*
Dayı Diyor ki;
Her askeri eylem siyasal bir tavır alıştır:
Böyle bir yaratıcılığın, soyluluğun, kararlılığın, fedakârlığın temelinde ise savaşçının yaptığı eylemin tarihsel, siyasal anlamını kavraması vardır.
Halkımızın değerleriyle, devrimin ve sosyalizmin ilkeleriyle yoğrulmuş bir tarzdır bu. Bu tarz, halka kol kanat geren, halk düşmanlarına karşı acımasız olan bir tarzdır.
*
Dayı Diyor ki;
“Böyle Gelmiş Böyle Gider” Değil
“Yapacak Çok Şey Var” Deriz.
*
Dayı Diyor ki;
Öfkemiz Haklıdır Öfkemizi Hedeflere Yöneltelim Hedef Düşmanın Kalbidir Düzene yönelik nefretimizin temelinde, bu düzenin halka ekmek ve adalet yerine yoksulluk, haksızlık, eşitsizlik, yozlaşma, açlık vermesi vardır. Yoksulluğun ve haksızlığın olduğu yerde, halk acı çeker, açlık çeker. İnsan yerine konulmaz, horlanır. Onuru çiğnenir, “ayak takımı” denilir. İşte bu tablonun yarattığı memnuniyetsizlik ve öfke, devrimci bilinçle buluştuğunda sınıf kinine dönüşür. Ki düzene yönelik nefretimizin temeli, işte bu sınıfsallıktır.
Cepheli
Halkın Öfkesidir,
Kinidir,
Adalet Savaşçısıdır.
*
Dayı Diyor ki;
DİRENMEK ONURDUR!
Tüm Direnenler Birleşelim!
Direnişleri Büyütelim: Direnişteki işçilerin sayısının 120, 10, 30, 54, 35, 40, 1 kişi olduğuna bakmayın.
Sayının tek başına önemi yoktur.
Önemli olan 1 kişi de olsa direnme iradesidir.
1 kişinin direnişi haksızlığa karşı bir mücadele çağrısıdır.
Onuru korumaya çağrıdır. Kaderciliğe, yılgınlığa, teslim oluşa karşı umudun korunmasıdır. Her direniş umudun büyümesidir. Direnişte her gün korku duvarlarının aşılması, yılgınlığa vurulan bir darbedir. Direnişte, her gün zafere yaklaşılan bir adımdır.
*
Dayı Diyor ki;
Faşizm, barışçıl amaçlarla yapılan her türlü gösteriye dahi, vahşice saldırmakta ve düzen karşısında her türlü hareketliliği, hak aramayı, halk hareketini, herkesi susturmak istemektedir.
Oligarşinin bu topyekûn saldırısı karşısında, birlikte direnmek, kim saldırıya uğrarsa uğrasın, sahip çıkmak ve saldırıya uğrayan kim olursa olsun, kendisi saldırıya uğramış gibi kabul edilmez ve buna uygun eylem hattı oluşturulamazsa, oligarşinin saldırıları daha da pervasızlaşarak sürecektir. Oligarşinin saldırıları karşısında birleşik direniş hattı oluşturmak ve bu çerçevede halk kitlelerinin birleşik mücadelesini geliştirmek, hiçbir teoriyle engellenemez ve reddedilemez. Faşizmin bütün çabalarına karşın halk kitleleri zulüm ve sömürü karşısında birleşmeye ve birlikte mücadeleye hazırdır. Hazır olmayanlar, bir türlü küçük hesaplardan kurtulmayan ve iktidarı hedeflemeyen siyasi örgüt ve gruplardır.
*
Dayı Diyor ki;
İnisiyatif dediğimiz şey gerçekte bir devrimcinin sahip olduğu inancın, kararlılığın, tecrübenin toplamının bir ifadesidir.
O yüzdendir ki, Devrimci Hareket, yıllardır bir kadronun sahip olması gereken “askeri formasyonu”, “silahın nasıl kullanılacağını değil, silahın nerede, nasıl, kime karşı kullanılacağını bilmek” olarak tanımlamıştır.
*
Dayı Diyor ki;
Halklar ve Emperyalizm Arasındaki Kavgaya Çıplak, Yalın Bakılır;
O “Çıplaktık İçinde, Saldıranlar ve Direnenler Alenileşir; Devrimcinin Yeri Tereddütsüz Direnenin Yanıdır…
*
Dayı Diyor ki;
Direnmeyenler
Düşman politikaları karşısında onu bozacak kararlılık ve iradeyi gösteremeyenler
“Umutsuzlaşırlar”.
Direnenler umutlu ve iyimserdir.
Bir eylemden değil bir tarzdan söz ediyoruz. Tarz ise kendi başına var olan bir şey değildir. Kaynağını ideolojiden, politikadan, örgüt, mücadele ve savaş anlayışından, çalışma tarzından alır.
*
Dayı Diyor ki;
Biz, emperyalizme ve onun işbirlikçisi iktidara karşı mücadele ettiğini söyleyen, düzene angaje olmayan, kendisini faşizme kullandırmayan dindar kesimlerle bir savaş içinde değiliz, olmayacağız. Biz dine karşı değil, düzene karşı savaşıyoruz. Devrimciler, emperyalizme ve faşizme karşı olan herkesin, siyasi ve dini inançlarına bakmak sızın birlikte hareket etmekten, düşmanlık değil dostluk ilişkisi sürdürmekten yanadır.
Biz halkımızın dini inançlarına saygılı olduğumuz gibi, onun kutsal gördüğü yerlere zarar vermeme, oraları koruma gibi bir anlayışa da sahibiz.
Zarar verecek olanları ilk engelleyecek olan bizleriz.
*
Dayı Diyor ki;
Halkın Savaşı, Halkın İktidarı ve Halkın Yönetimi İçin Savaşıyoruz!
Zafer Yolunda Yürüme Kararlılığını Gösteren,
Bu Yolda Yürümenin Gerektirdiği İdeolojik Sağlamlığa,
Cüret, Kararlılık ve Fedakârlığa Sahip Olanlar, Er Geç Zafere Ulaşacaklardır!
*
Dayı Diyor ki;
Birken İki Olmak İçin, Halkını Seveceksin, Vatanını Seveceksin. Öğreneceksin,
Ve Savaşacaksın!
Bu Sevgi Olmazsa Olmaz. Sevmek İçin Anlayacaksın,
Anlamak İçin Öğreneceksin.
Öğrenmek İçin Savaşacaksın.
Başka Türlü Birken İki Olamayız.
*
Savaşan Kazanır Teslim Olmayanlar Ölmez!
Bize Öğrettiğini Aklımıza Çaktık…
Ya uzlaşıp yok olacaksın, ya direnip kazanacaksın.
Direneceğiz, savaşacağız ve kazanacağız.
Biliyoruz, bu kadar çaba, bu kadar emek mutlaka örgütsel ve siyasi sonuç verecektir.
Biliyoruz, inanç, gelmiş geçmiş en büyük “Silahtır”!
İnanıyoruz, az bilirsin, çok bilirsin ama yönün doğru ise sorun yoktur.
Büyük acılar yaşıyoruz, acı öldürmez ama kül çürütür.
Küllenmeyecek Acılarımız. Cayır cayır yanıyor içimizde öfkemiz.
Emperyalizm örgütsüzleştirmeye çalışıyor, yok etmek istiyor. Yok edemediğini etkisizleştirmek istiyor.
Barış emperyalizmi yenmekle mümkündür.
Çünkü tüm savaşların sorumlusu emperyalizmdir.
Meydan Okuyoruz…
Çünkü Dünyanın Her Yerinde Düşmanımız Da Var Dostumuz Da… Emperyalizmin hiç şansı yok…
Sihirli bir güç yok.
Bilinecek yollar var. Öğreniyoruz.
Biliyoruz. Faşizmden kaçarak kurtulamazsın, savaşacaksın.
“Kıyas hedefimizi belirler” diye öğrettin bize…
Bizim tek hedefimiz devrimdir.
Acının, umudun, öfkenin, direncin, sevmenin sınırı yoktur…
Kendimizi kimse ile kıyaslamıyoruz, kendi ufkumuza yürüyoruz “Merak Etme”…
Yüreğimize basa basa yürüyoruz.
Büyüyoruz Dayı, büyüyoruz…
Nasıl mı anladık büyüdüğümüzü? Senin acına ve senden sonraki acılara da katlanmayı öğrendik. Bu acılar isyanımızı büyüttü.
Bir elmanın iki yarısı gibi diğer yarımızdır şehitlerimiz. Onların şehitlikleri bizim yaşayan eksik yanımızı tamamlıyorlar…
Öle vura, vura öle öğrenmeye devam ediyoruz. Acımıza katık ettik umudumuzu ve inancımızı.
Umut özgücümüzdür.
Kendi gücümüzle imkânsızlıklara imkân arıyoruz.
Sözlerin Kulaklarımızda “Cüretle süreci omuzlayanların geleceği belirleyeceği muhakkaktır”
Omuz omuza, adım adıma, yürek yüreğe, kuruyoruz geleceği.
Ömür boyu süren ne kaldı ki kavgadan başka.
Özlüyoruz Seni…
Özlemeye Savaşmak Diyoruz.
Savaşıyoruz…
Neyimiz varsa onunla savaşıyoruz.
Taş, molotof, mermi… neyimiz varsa…
Kararlı
Cüretli
Yaratıcı
Savaşacağız Kazanacağız!
*
Dayı Diyor ki;
1) Düşüncenin kaynağındaki belirsizlik burjuva ideolojisi mi, devrimci ideoloji mi? Kime hizmet ediyor?
2) Ayırt edici olmamak, köşeli düşünmemek… Ama, fakat, ancak…
3) Soyut kalmak…
Halktan öğrenip halka öğretmemek, hayatın ve pratiğin dışında kalmak… Oportünizm tavırlarımıza nasıl yansır?
1) Keskinlik.
2) Sorunlardan kaçmak.
3) Orta yolculuk.
4) Uzlaşmacılık uysal-masum çelişkisiz keskinlik. Bunlar oportünistleri düzenle uzlaşmaya kadar götürür.
Oportünist-Çıkarcı- Fırsatçı değil devrimci olmalıyız.
*
Dayı Diyor ki;
Bir İnsan Hakkında, Söyledikleri ve Düşündükleri İle Değil Yaptıkları İle Karar Verilir.
İnsanlar Söylemleriyle Değil, Yaptıklarıyla Değerlendirilir. Gerçeğin Tek Ölçüsü Pratiktir.
Pratikte Sınanmayan Hiçbir Bilgi Gerçek Değildir.
*
Dayı Diyor ki;
Emperyalist saldırganlığın ve barbarlığın karşısında;
Tüm Halk;
İşçiler, köylüler, emekçiler, aydınlar, emperyalizme karşı olan herkes
Birleşelim!
Bu haksız, Emperyalist İşgale Karşı Çıkalım!
Arap halklarının düşmanlarının Türk ve Kürt halklarının da düşmanı olduğunu Unutmayalım!
Emperyalist saldırganlığa ve oligarşinin terörüne karşı
Mücadeleyi Yükseltelim!
*
Dayı Diyor ki;
-Emperyalizm; Katildir, İşkencecidir, İşgalcidir, Sömürücüdür…
-Emperyalizm; İnsanlıktan Çıkmıştır,
Kimseye İnsanlığı Öğretemez…
– Emperyalizm; Özgürlüğe ve Bağımsızlığa Düşmandır,
Özgürlük Götüremez…
-Dünyayı Kan Gölüne ve Hapishaneye Çeviren Emperyalizm, Demokrasiyi Savunamaz…
-Halklara Soykırım Uygulayan Emperyalizm,
İnsan Haklarını Savunamaz…
-Emperyalizmin Medeniyetinin Temelinde Dünya Halklarının Kanı-Canı Vardır…
-Emperyalizm; Yüz Yıl Önce Ölümcül Hastalığa Yakalanan, Can Çekişen Kapitalizmdir. Çaresi Yok!
Emperyalizm Yenilecek ve Halklar Özgürleşecektir…
-Çünkü Emperyalist Çağ, Proleter Devrimler Çağıdır…
Sol’un politikasızlığı, emperyalist savaş sürecinde objektif olarak emperyalizme desteğe dönüşmüştür. Bu politikasızlık sonucudur ki, Irak’taki rejimin gericiliğinden hareketle, ABD’nin ve diğer emperyalist güçlerin Irak halkını katletmesine seyirci kalmışlardır. Saddam’ın gericiliğini keşfeden Sol, “it dalaşı” vb. değerlendirmelerle emperyalist saldırganlığa suskun kalarak emperyalizm karşısında daha da gerilemişti.
Oysa baş çelişki dünya halkları ile emperyalizm arasındadır.
Devrimcilerin görevi tereddütsüz
Emperyalizme ve Faşizme Karşı Direnenlerin yanında yer almaktır.
*
Dayı Diyor ki;
Cüret ile aklı birleştirebilen yöneticiler istiyoruz
Hem cüretli hem akıllı olmak için devrimci yöntemler kullanmak gerekir.
Cüretle süreci omuzlayanların, geleceği belirleyeceği muhakkaktır.
Cüretin kaynağı ideolojik netliktir.
Devrimci irade; cüret ve yoğun emektir. Örgütlenmemizi ve savaşımızın ihtiyaçlarını cüret ve emekle karşılamalıyız.
Gerçek cüret ve inanç, halkın gücüne inançtır.
Siyasi cüret, cesaret ve atılganlıkla birleştiğinde bu çizgi karşısında düşmanın kazanma şansı yoktur.
*
Dayı Diyor ki;
Olanak Yok Mu?
Mevcut olanakları mücadele içinde nasıl daha verimli hale dönüştürebilirim?
Burada “Yaratıcı Zekâmızı” kullanacağız.
Ama bunun için ilham gelmesini beklemeyeceğiz tabii.
1- Elimizde ne var?
2- Elimizdekilerle ne yapabiliriz?
En basit halinden, ilk adımdan başlayacağız. Yani bir yerden başlayacağız.
Geniş imkânlar bekleyip zaman kaybetmek değil.
Eldeki imkânları değerlendirip zaman kazanmak.
Mütevazi olup elimizdekilerle bir şeyler yapmalıyız.
Hiçbir zaman eksiksiz koşullar olmayacak.
*
Dayı Diyor ki;
“Biz aynı yerdeyiz. Yerimizdeyiz.
Devrimci çizgimizdeyiz.
Savaşmakta kararlı Devrimde iddialıyız
Bizi sadece izleyenler dolaylı veya dolaysız zulme alkış tutanlardır Bu yaşadıklarımızın belki daha fazlasını da yaşayacağız asla unutmayın Bu bir tarih yazımıdır.
Yaşamayanların, masa başında oturanların, rant elde etmek isteyenlerin tarihi yazımı değil, mücadelenin kanla yazılan tarihidir.
Asla unutmayın!”
*
Dayı Diyor ki;
THKP-C’nin silahlı mücadelesi nasıl 50 yıllık revizyonist gelenekten kopuşu sağladıysa Nasıl Türkiye devrimci hareketinin tarihini değiştirdiyse,
Bugünün de, milliyetçiliğin, reformizmin ve yasallaşarak düzeniçileşme’nin önünü kesecek olan silahlı mücadeleyi yükseltmek ve kitleleri örgütlemektir. Düşman varsa ona karşı savaşmak zorundasın
Sadece sonuna kadar savaşanlar ve direnenler kazanır
*
Dayı Diyor ki;
Savaşmak için inanmak: İnanmak için bilmek,
Bilmek için öğrenmek, Öğrenmek için emek,
Emek için sabır gerekir Öğrendiğimiz her şeyle kendimizin bağını kurmalıyız.
*
Dayı Diyor ki;
Ölmek, yenilmek değildir!
Yenilmek teslim olmaktır.
Teslim olmayanlar asla yenilmezler…
Yenilmezlik ideolojik yenilmezlik örgütsel bütünlüktür.
Örgütsel bütünlük ise ideolojik birliktir…
Yenilmezlik sosyalizmde ısrardır…
Çiftehavuzlar, Kızıldere’dir…
Yenilmezlik uzlaşmamaktır…
*
Dayı Diyor ki;
Hiçbir sorunu biriktirmeyeceksin ertelemeyeceksiniz.
Çözerken mümkün olduğunca insan kaybetmeyeceksiniz!
Ama bizi çürütmelerine de asla izin vermeyeceksiniz!
Tüm sorunları aşmanın en temel yolu emek ve eğitimdir!
*
Dayı Diyor ki;
HER SONUNUN MUTLAKA DEVRİMCİ BİR ÇÖZÜMÜ VARDIR
Günlük yaşamdaki sorunları çözmek her sorunun çözümü için uygun yöntem bulmak Çöze çöze ilerlemek …
Başka Bir Şey Yoktur…
Ama yine de her zaman sorunlar çıkacaktır.
Bunların “Hepten” çözüleceğini hayal “Etmiyoruz”…
Bugün sorunlar vardır.
Yarın da olacaktır.
Sorunsuz bir yaşam yoktur.
Devrimcilik Sorun Çözmektir.
*
Dayı Diyor ki;
Bir Devrimci;
İnanç Taşıyıcısıdır!
Gittiği Her Yere Ayakları Götürür Ama Onu Taşıyan İnancıdır!
Ayakları Götürür Ama İnancı Yürütür!
*
Dayı Diyor ki;
Savaş, disiplin demektir, kurallı bir yaşam demektir.
-Disiplin ilkelerine ve kurallara aykırı her özlem, her duygu, her davranış, her alışkanlık devrimcinin yaşamından silinip atılmalı, savaşçı ruhu tüm benliğe hâkim olmalıdır.
-Bu konuda gösterilen her zaaf, yapılan her hata, sadece kaynaklandığı birim veya kişinin zarar görmesine, hatta imhasına yol açmakla kalmayacak, bir bütün olarak örgütlenmemize ve mücadelemize zarar verecektir.
-Hiçbir duygu, hiçbir özlem, hiçbir alışkanlık böyle bir zarara yol açacak kadar değerli-vazgeçilemez değildir…
*
Dayı Diyor ki;
Kurallarımız Değerlerimizdir!
Kurallarımız Bu Değerlerimizden Koparıldığında, Bu Değerlere Sahip Çıkılmadığında, Kuraların Hiç Bir Önemi Kalmayacaktır…
Biz Kurallardan Söz Ederken Bürokratik Bir Mekanizmadan Değil;
Bir Anlayıştan, Bir Kültürden, Bir Yaşam Biçiminden Söz Ediyoruz.
*
Dayı Diyor ki;
Solculuk Devrimcilik Tekrar Tanımlanıyor! Tanımlanacak!
Sol’da bozulma, çürüme, icazete sığınma, ideolojisizleşme, teslimiyet, politikasızlaşma!
Reformizmin ve onun peşine takılan oportünizmin iflasıdır.
Bedelsiz Solculuk Devrimcilik Yok!
Bedelsiz Solculuk Devrimcilik Bitti!
Demokrasi için düşüncelerimiz için ölüyoruz. Gözaltına alınıyoruz, işkence görüyoruz, F tiplerine, tecrit hücrelerine atılıyoruz…
Burjuvazinin izin verdiği kadar düşünmek…
Burjuvazinin izin verdiği kadar muhalefet etmek…
Öfkesini, duygularını içine gömmek… Karşılığında risksiz solculuk Devrimciler ölür, akıllı solcular yaşasın.
Tedbirlidirler… Oligarşinin icazetinde solculuk oynarlar, emperyalizmin demokrasisi savunulur, sivil toplumculuk maskaralığı yapılır…
Böyle olunca F tiplerine girilmez… Kendileri girmeyince de girenler onları hiç ilgilendirmez.
Barış diye tuttururlar… Kiminle barışacaktır: her gün halka saldıran, baskı ve zulmü artırarak sürdürenlerle mi?
Hapishaneler tıka basa doldurulmuştur.
Bombalar barış diyerek atılmıştır…
Hayır, biz barış istemiyoruz! Biz ne emperyalizmle ne de işbirlikçileriyle barışmayacağız.
Katillerimizle, hırsızlarla, yalancılarla, ahlaksızlarla uzlaşmayacağız!
Devrimci, demokratlığımızın gereği savaşacağız! Uç kalacağız!
Faşizmin barışı olmaz, biz bunu çok iyi biliyoruz!
*
Dayı Diyor ki;
İnanmak başarmanın yarısı,
Diğer yarısı da emek ve emeğin örgütlenmesidir.
Herkes kendi gerçekliği ile birlikte savaşır.
1- İnsanlarımızı tanımak, sadece insanlarımıza “Akıl Öğretmek” değil, onlardan öğrenmek, onlarla canlı ilişkiler içine girmek…
2- İnanmak,
A- Gerekli tüm koşullara sahip olduğumuza inanmak,
B- Gerçekleştirilmesi sadece bize bağlı olan, son derece “Zengin” olanaklarımızdan yararlanma “Yeteneğimize ve İrademize” bağlı olduğu “Gerçeğine İnanmak”,
İnsanların değişebileceğine inanmak, kendi eğiticiliğimize güvenmekle olur.
İnanmak inandırmaktır!
*
Dayı Diyor ki;
Slogan yaratıcı ve yaşayan bir kavramdır. Sloganlarımız dik başlı, kafa tutan kelimelerimizdir.
Slogan kitleye hitap etmelidir; bizim iddiamızı dile getirmelidir.
Olayı anlatmalıdır.
Süreçle birleştirmelidir.
Sade olmalıdır.
Slogan bir devrimcinin sesi, soluğu, silahıdır.
En zor anlarda düşmana teslim olmadığımızı ifade ederek halkımıza moral verirken, kazandığımız zaferlerde de zaferimizi halkımıza anlatır. Düşmanın sesimizi boğmaya çalıştığı her saldırıda atılan her slogan, düşüncemizden vazgeçmeyeceğimizin ifadesi olurken, psikolojik üstünlüğün bizde olmasını sağlar. Bu nedenle sloganlarımız düşüncemizdeki netliği en kısa sürede, en vurucu şekilde ifade etmelidir.
*
Dayı Diyor ki;
Biz Kazanacağız
Çünkü biz halkız ve haklıyız.
Biz yeni bir dünya için yola çıktık.
Ve o dünyayı kuracağız.
Zaferi elde etmek için, düşmana büyük bir öfke ve kinle savaşmak zorundayız. Şehitlerimizin intikamı için, adalet için yeni bir dünya için öfkemizi büyütürsek önümüze çıkan engelleri aşmak zor olmayacaktır.
Biz istersek devrimci irade ve inancın önünde hiç bir güç durama.
Biz yeni bir dünya için yola çıktık ve o dünyayı kuracağız.
Bir avuç sömürücü azınlığın ve onların eli kanlı bekçilerinin halka verebileceği bir şey yoktur.
Onlar halka yoksulluktan, açlıktan, sefaletten ve zulümden başka bir şey vermediler, vermiyorlar. Ama emekçiler, tüm bunlara son vererek yeni bir dünya yaratabilirler.
Ve elbette mücadele ederek kazanacağımız ve kendi ellerimizle kuracağımız bu dünyanın bedelini ödeyeceğiz.
Emperyalistler ve işbirlikçileri kan dökmeden egemen oldukları düzenden vaz geçmeyeceklerdir. Kanımızın dökülmemesi için kan da dökmek gerekecektir. Dökeceğiz.
Bizler yaşamın en güzelini bilen ve yaşamı en çok sevenleriz: ama insanca yaşamak için bedel ödemek gerekiyor, ödeyeceğiz.
Ve yeni bir dünyayı bedel ödeyerek de olsa mutlaka kuracağız.
*
Dayı Diyor ki;
Düşmandan, hemen her şeyin emek verilerek, özveriyle, zorla koparılıp alınması gerektiğini öğrendik.
Bu tarih yaşanmadan, bu öğrenme süreci tamamlanmadan, mücadelenin birçok alanında sınavdan geçmeden…
Bunlara sahip olamazdık…
Tarihimiz birçok boyutuyla üzerinde durulması ve incelenmesi gereken bir zenginliğe sahiptir.
Bu tarih, belki de hiç bir devrimde görülmeyen, hiçbir teorik kalıba sığdırılamayacak öz günlüklere sahiptir.
Özgünlükleri, tarihi gelişim içerisinde irdelemek, dersler çıkarmak görevlerimiz arasındadır.
*
Dayı Diyor ki;
Devrimci Sol tutsaklığı dünya genelinde çokça rastlanan ve kanıksanan ne sıradan bir tutsaklıktır, ne de esir statüsünde bir çerçeveye sığdırılabilir.
Devrimci Sol tutsaklığı, baş eğmeyen, susmayan yeni bir tutsak tipidir.
Diyebiliriz ki,
Devrimci Sol tutsaklığı özgür bir tut saklıktır.
Devrimci Sol tutsağının davranış ve direniş biçimleri, zaman içerisinde, soldan demokrat aydınlara kadar çok geniş bir çerçeveyi etkileyen ve kimilerinin taklit etmeye kalkmasına rağmen başaramadıkları ve tarihimiz içerisinde çok daha boyutlu ilgilenilmesi gereken bir olgudur.
*
Dayı Diyor ki;
Arkamızda bizi yolumuzdan geri döndürmeyecek, her gün bir adım daha ileri taşıyacak, dediğini yapan, sözüne güveni lir, sınavlardan geçmiş bir tarihi aldık…
Bu tarih, bizim tarihimiz…
Bu, tarihin yazımıdır…
Yazmaya devam ediyoruz…
*
Dayı Diyor ki;
Hangi söylemle yola çıkarsa çıksın, ne tür büyük silahlı bir gücü elinde bulundurursa bulundursun, emperyalizme tavır alma yan, onunla uzlaşan her hareket, nihai sonuçta emperyalizmin denetimi altına girmeye ve ülkesini sömürgeleştirmeye mahkûm dur.
Emperyalizm, kendisine tavır almayan özelliklerini korudukları sürece, dünyadaki politik dengeleri ve çıkarları çerçevesinde bu örgütlerin yaşamalarına, gelişmelerine izin vermekte bir sakınca görmeyecektir…
Bu hareketler, aynı zamanda halkların kurtuluş yolunu saptıran, devrimci potansiyellerini tüketen, milliyetçi-pragmatist ideolojileriyle de sosyalizme karşı inançsızlığı geliştirerek, kapitalist bencilliği körükleyen bir işlev gördüğünden, bu olumsuz yanlarıyla halkların kurtuluş mücadelesinin gelişmesini dolaylı da olsa engelleyici bir rol oynuyorlardı…
Bu nedenle, milliyetçiliği de körükleyip, kendi kendini tüketmesini sağlayarak, sosyalizm mücadelesi önünde bir engel olmaları emperyalizmin işine gelmektedir…
*
Dayı Diyor ki;
Biz, 12 Temmuz’dan bu yana şunu hep yaşadık; emperyalizm kendilerine karşı olan herkesin şiddetle cezalandırılacağını, tüm dünya halklarına, anti-emperyalist, yurtsever örgütlere ya teslim aldığı sol ve küçük burjuva milliyetçi örgütler gibi kendi denetimlerine girmelerini ya da acımasız olacaklarını söylemek istiyorlardı…
O günden bu yana emperyalizme karşı direnişimizde, mücadelemizde bir milim geri adım atmadık…
*
Dayı Diyor ki;
İktidara giden yolda silahlı mücadelenin temel mücadele biçimi olduğu ülkemizde, silahlarımıza yön veren partimizin politik-ideolojik çizgisidir!
Bu açıdan silah, Devrimci Halk İktidarını kurmamıza hizmet eden araçtır!
Diğer bir deyişle, silahlarımıza yön veren; amacımız, inancımız, beynimizdir!
Tetiği çeken de parmaklarımız değil, beynimizdir!
*
Dayı Diyor ki;
Kahramanlarımızın sıradan insanlardan farkı devrimciliği bir yaşam biçimi olarak kavramalarındadır.
Kendileri ile olan savaşı sürekli kılmalarındadır.
Bir ömür boyu devrimcilik, savaşı büyütmektir!
Devrimci Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi’nin savaşı 30 yıldır süren bir savaştır.
Bu savaşta Mahirler, Niyazi, Sabo, Sinanlar halkların mücadelesine önderlik etmişler ve Halk Kurtuluş Savaşı’nın tarihini yazmışlardı.
Bu savaşta Parti-Cephe’liler öldüler, yüzlerce öldüler ve öldürdüler. Halkı örgütlediler.
Devrimin hamalı ve kurmayı oldular.
Özverili ve fedakârdılar.
Partiye, yoldaşlarına güvendiler, bağlı kaldılar.
Bu tarihin kahramanıydılar.
*
Dayı Diyor ki;
Hedefimiz, daha yüksek bir iktidar bilinci, daha gelişmiş bir savaştır… Bu hedef önümüzdeki engelleri aşıcı, devrim yürüyüşümüzü hızlandırıcı bir fonksiyon görecektir. Hedefimize sahip çıkacağız.
*
Dayı Diyor ki;
Milyonlarca yoksul halk bizim olacak.
Bu ülkede ekmek ve adalet için savaşanlar var.
Umudumuz var.
Bu umudu bilmeyen duymayan kalmayacak. Hukukun ve adaletin yok edildiği bir dünyada; hukuk ve adalet için direnmekten, savaşmaktan başka yolumuz yoktur.
Faşizmin Adaleti Halkı Sindirmenin Aracıdır!
Halkın Adaletini İsteyelim:
Halk için adalet; “Halkın Adaletidir!”
Halkın adalet talebini yükseltmeliyiz.
Düzenin adaletsizliğine karşı düzenden adalet beklemek yerine düzenin adaletsizliğini teşhir etmeliyiz.
Sorunun ne yasalar, ne mevzuat, ne de ağır işleyen devlet bürokrasisi olmadığını bilmeliyiz.
Bu düzende halk için asla adalet olmayacaktır. Adalet, düzenin adaletsizliğine karşı bizim talebimizdir.
“Adalet” için düzenin yakasına yapışmalıyız. Her şeye rağmen suçlular belki yargılanmayacaktır.
Gazi davasında olduğu gibi, birçok katliam davalarında olduğu gibi. Ama düzen yalanlarıyla halkı “hukuk, adalet” adına aldatamayacaktır.
Halkın nezdinde faşist düzen bin kere mahkûm olacaktır.
*
Dayı Diyor ki;
Yanlış olanla, eskiyle ve bizi hedeflerimizden uzaklaştıran engel ve olumsuzluklarla uzlaşan bir devrimci olamaz.
Bugün yapmadığımız, değiştirmekte ayak dirediğimiz her şey düşmanla uzlaştığımız noktalardır. Değiştirmek, burjuvaziyi ifade eden her şeye karşı savaşmaktır.
Yani, uzlaşmazlık sürekli bir yaşam tarzıdır.
Uzlaşmazlık, savaşma ve kazanma azmidir. Kitleleri düzenden koparıp devrim saflarına çekebilmek, yani onları değiştirebilmek için önce kendi inancımızı sağlamlaştırmakla başlamalıyız. Bu ise yaşamın her anında, duygu ve düşüncede düşmana ait olan her şeyle savaşmak ve kazanmaktır.
*
Dayı Diyor ki;
Biz Kızıldereler’ den Geliyoruz. Kızıldere, Türkiye Devriminin Manifestosudur!
DHKP-C tarihi, acılarla, sevinçlerle, ihanetlerle ve kahramanlıklarla dolu bir halkın başkaldırı, isyan tarihidir. Yüzyıllar önce “dönen dönsün ben dönmezem yolumdan” diyen Pir Sultan’ın, Şeyh Bedreddin’in; 1972’de Kızıldere’de “Biz buraya dönmeye değil ölmeye geldik” diyerek, kuşatma altında, ölümüne düşüncelerine bağlı kalanların tarihidir.
30 Mart 1972 Kızıldere, Türkiye devrimine yol gösteren bir silahlı mücadele çağrısıdır. Bu çağrı geniş yankı yaratmış ve “Yolumuz Çayanların Yoludur” şiarı, yeniden toparlanıp gelişmeye başlayan devrimci muhalefetin en gür duyulan sloganı olmuştur.
Ölmek, yenilmek değildir. Yenilmek, teslim olmaktır.
Teslim olmayanlar asla yenilmezler… Yenilmezlik, ideolojik yenilmezliktir… Yenilmezlik, örgütsel bütünlüktür.
Örgütsel bütünlük ise ideolojik birliktir…
Yenilmezlik, sosyalizmde ısrardır… Çiftehavuzlar,
Kızıldere’dir… Yenilmezlik uzlaşmamaktır…
*
Dayı Diyor ki;
Öğretirken, öğrenmesini bilmeliyiz.
Eğitim sorununu devrimin ihtiyaçları temelinde ele almalıyız…
Eğitimin nerede, ne zaman, nasıl olacağına geniş bir açıdan bakmalıyız. Bir ev, bir fabrika lokali, mesleki ve demokratik örgütler, her yer eğitim yeridir…
Halkın ekonomik, demokratik, sosyal, politik yaşamını ilgilendiren, her şeyle ilgilenerek, eğitim alanlarımıza çekmeliyiz. Yol göstermeliyiz. Öncülük yapmalıyız. Neyi, nasıl çözeceğini öğretmeliyiz. Kadınlardan, çocuklara, yaşlılara, her milliyetten ve inançtan insanlara,
Cephe anlayışı çerçevesinde öğretmeliyiz.
Halkın öğretmeni ve öğrencisi olmak zorundayız…
*
YÖNETİCİ OLMAK VE YÖNETİCİ YETİŞTİRMEK
“Savaşımızın kurmaylara ihtiyacı var…”
“Dünyadaki bütün sermayeler içinde en değerlisi ve en belirleyici olanı insandır, kadrolardır” diyor Stalin.
Düşmanın bugünkü askeri üstünlüğüyle devrime yönelttiği saldırılar karşısındaki en güçlü barikatımız da, halkın büyük devrim potansiyelini harekete geçirecek kollarımız da kadrolarımızdır. Kadrolaşmayı ne mekanikleştirmeli, ne idealleştirmeli, ne de basite indirmeliyiz.
Kadronun genel bir tanımı vardır, ancak öne çıkan özellikleri hemen her süreçte, sürecin ihtiyaçlarına göre bir anlamda yeniden biçimlenir.
İnsanlarımıza güvenerek, bu güvenle sorumluluklar vererek, eğitim için pratik, teorik her imkânı sonuna kadar değerlendirerek bu süreci hızlandırmalı, hızla dönen bir kadrolaşma mekanizması oluşturmalıyız.
Kadro, sahip olduğumuz ve olabileceğimiz belirleyici güçtür ve bu anlamda en büyük ihtiyacımızdır. Bunu unutmamalıyız.
Devrimci hareketin savaşı, örgütlenmesi bugün on yılların tecrübesini omuzlarında taşıyan insanların omuzlarında yükselmiyor.
Tersine hemen her alanda görev ve sorumlulukları, tecrübesizlikleriyle, yetmezlikleriyle genç yoldaşlarımız üstlenmişlerdir.
Hızla yönetici olmayı öğrenmek ve aynı hızla genç insanlarımızın kadrolaşmasını sağlayarak yeni yöneticiler yetiştirmek durumundayız…
Gelecek vadeden ve gelişmeye açık onlarca insanımızı mücadelenin, örgütlenmelerin, hayatın içinden çekip, eğitip-yetiştirip yeniden görev alanına sürülmeyen kadroların eğitimi soyuttur, asıl olan kadrolaşma hayatın içindekidir.
Suya atılan bir taşın dalga dalga yayılması gibi, onların atacağı her olumlu, somut adım; eğitim, kadrolaşma ve okullar çerçevesinde dalga dalga yayılacak, bu görevin altından kısa sürede kalkmamızı sağlayacaktır.
Bu görev, birbirine bağlı iki yanı içeriyor:
Yönetici olmak ve yönetici yetiştirmek.
*
Dayı Diyor ki;
Şehitlerimizin kanlarıyla, canlarıyla, dişlerini tırnağına takarak yaptığı savaş çağrısının cevap bulması, her şeyden önce savaşçı, militan bir ruhu ve bilinci gerekli kılıyor.
Böyle bir savaş, ihtiyaç duyduğu insan tipinin özelliklerini de ortaya çıkartıyor.
Onları geliştirip ilerletiyor, mücadelenin gerek duyduğu özelliklerle donatıyor. Savaşmak için bu donanımı zorunlu kılıyor. Disiplinden yaratıcılığa, bürokratizmle mücadeleden üretkenliğe, sıradan insanlar olmamaktan savaşı her hücresinde hissetmeye, programlı çalışmaktan olmazları elinin tersiyle itmeye kadar pek çok faktör bu militan ruhun temellerini atıyor.
Oligarşinin bütün hesaplarını devrimci iradenin biçimlendirdiği savaşçı bir kişilik üzerinde yoğunlaştırması da bu yüzden… Saldırganlığı, yalanları, katliamları, karalamaları ve provokasyon çabaları bu yüzden…
Çünkü bütün değerlerini emperyalizme ve oligarşiye karşı verilen savaşa sunan, öfkesini, şiddetini, isyancılığını, yiğitliğini bu savaştan esirgemeyen insan malzemesi savaşın yönünü de belirliyor…
Her aşamadan güçlenerek çıkmanın, durdurulamamanın, baş eğmemenin içini dolduruyor. Bütün bunlar ise militan bir ruha ve savaşma coşkusuna her şeyden daha fazla ihtiyaç duyuyor.
*
Dayı Diyor ki;
Doğru ve haklı olduğuna inanmak, bu düzenin meşru olmadığına, yıkılması gerektiğine ve bunun da Parti-Cephe’nin ideolojisi doğrultusundaki mücadelesi ile gerçekleştirileceğine inanmaktır.
Bu inancın olmaması veya zayıf olması korkuyu doğurmakta, korku yılgınlığı, yılgınlık karamsarlığı ve karamsarlık da nihayetinde devrimci safları terk etmeyi beraberinde getirmektedir. Saflarımızda sürekli bir sirkülasyon yaşanmaktadır. Mücadele saflarına her gün yeni yeni katılımlar olurken, safları terk edenler, korkup kaçanlar da vardır. Önderimizin Parti Kuruluş Kongresi’nde dediği gibi, sağa sola savrulan, oportünistleşen, devrimciliğe inançsızlaşarak reformistleşen, hatta bencilleşen, sıradan veya halka yabancı küçük burjuva aydınının yaşamını seçen binlerce devrimci, kötü ruhları taşıdıklarından bu yolu seçmemiştir.
Onları buraya sürükleyen Marksizm-Leninizm’i yanlış kavrayışları, yanlış uygulayışları sonucu doğan kötümserlikleridir.
(DHKP Kuruluş Kongresi Belgeleri-1, Sf.: 111)
*
Dayı Diyor ki;
Sadece bulunduğu alana göre biçimlenmiş bir yaşamın, hiçbir dönem sınıf mücadelesinin gerektirdiği niteliklerle çakışmadığı açıktır.
Özellikle içinde yaşadığımız koşulları göz önüne getirdiğimizde, devrimci bir kişilik, her an ileri hatlara, ateş hattına geçmeye hazır niteliklere, özveri, inanç ve kararlılığa sahip olmakla belirleniyor. Bunu kafamızda canlandırmadan, ihtilalci ruhu her zaman beslemeden, devrimciliği sürekli kılmak mümkün değildir.
*
Dayı Diyor ki;
Objektivizm adaletli olmak değildir.
Objektivizm, kendini “adaletli olma” biçiminde savunur çoğunlukla. Karşısındakinin de hakkını tanımayı öngörür. Adaletli olduğunu kanıtlayacak! Hayır, bu adaletli olmak değildir. Tam tersine bir adaletsizliktir. Ezenle ezilen, sömürenle sömürülen arasındaki tarafsızlık, ne kadar gerçek anlamda bir tarafsızlıksa, buradaki adalet de ancak öyle bir adalettir.
Objektif düşünmek, haklıya ve haksıza, doğruya ve yanlışa, ezene ve ezilene, sömürene ve sömürülene aynı ölçüleri uygulamak, daha doğru bir deyişle uygulamaya kalkmaktır. Ortada objektif olan bir şey yoktur.
Ama bir sapma vardır.
Objektivizm, solda 12 Eylül’ü takiben gelişen dejenerasyonda ve çürümede oldukça önemli bir rol oynamıştır. Örgüt fobisi, birey kültürü, bencillik pompalanırken, devrimci değer ve gelenekleri tahrif etmenin en önemli araçlarından biri olarak objektivizm güçlendirilmiştir. Objektivizm, bireycilikle, devrim-düzen arasında kesin tercihte bulunmamış olmakla çoğu zaman yan yana, iç içe bulunan bir özelliktir zaten. Bireycilik ve tercih yapamama durumu, kişiyi sık sık farkında olsun veya olmasın, tarafsızlık konumuna sürükler…
Biz tarafız. Sınıfsal bakmak, taraf olmaktır zaten. Bizim dergimiz, bizim örgütlenmelerimiz, eylemlerimiz, her şeyimiz taraftır. Doğru ile yanlış arasında objektif olunamaz.
Ezen ile ezilen arasında objektif olunamaz.
*
Dayı Diyor ki;
İktidar hedefi zorlu koşullarda devrimin sarp yollarında yürüyen devrimci bir örgüt için sigorta gibidir.
Mücadeleyi her türlü sapmadan, olumsuz koşulların yol açabileceği zaaflardan koruyan bir güvencedir.
Devrime inanmayanlar savaşamazlar. Devrim için ölümü göze alamayanlar savaşma gerekçelerini yitirirler. Devrim iddiası taşıyan tüm örgütler bilirler ki, kansız, bedelsiz devrim olmayacaktır.
Devrim inancını, iktidar iddiasını yitiren solda ideolojik bunalımlar ve çürüme kaçınılmazdır. Bunun aksi M-L bilimine aykırıdır. Söylemde ne söylerlerse söylesinler pratikleri onları şekillendirmektedir. Bugün soldaki çürümenin nedeni de iktidar iddialarını yitirmiş olmalarıdır.
*
Dayı Diyor ki;
Bugün halkların ihtiyacı, devrimci güçlerin birbirlerini olumsuzlukla şartlandırması değil, olumluluğu, birlikteliği, dostluğu geliştirmesidir.
Doğal ki, farklı düşünceler, farklı örgütlenmeleri ve farklı pratiği yaratacaktır. Önemli olan farklılıkları ön plana çıkartmadan ortak noktaları esas alarak birlikteliğin, ortak mücadelenin adımlarını atmaktır. Bunu başaramayanlar olumsuzluğu körükleyerek, birlikteliği provoke ederek oligarşinin böl, yönet, güçten düşür politikasına hizmet etmekten, düşmanı sevindirmekten başka hiçbir sonuç yaratamazlar.
Savaşımız geliştikçe, daha büyük halk kesimlerini örgütledikçe üzerimizdeki baskılar, saldırılar, komplo ve provokasyonlar da artacaktır. Bütün bunların üstesinden gelmek, askeri ve kitlesel olarak gelişmek, halk kitlelerini daha büyük oranda savaşa katmakla mümkündür.
Bunun daha açık ifadesi, gerillayı kırda ve şehirde geliştirmek, ihtiyaçlarını gidermek, milisleri her alanda yaymak ve halkı silahlandırmaktır. Ülkemizdeki siyasal gelişmeler hızlı düşünmeyi, hızlı hareket etmeyi ve sonuç almayı dayatmaktadır…
Bugün artık herkesin görebileceği biçimde ülkemizin hemen her bölgesinde özellikle de devrimci mücadelenin yoğunlaştığı alanlarda gizli bir sıkıyönetim sürmektedir.
Oligarşinin bütün yasa ve kuralları bir kenara iterek pervasız davranışları artarak sürecektir. Oligarşinin saldırılarına karşı koymak, politikalarını bozmak daha büyük ve yaygın askeri eylemlerle ve sokaklara daha çok kitleleri dökmekle mümkündür.
*
Dayı Diyor ki;
Bir çıkmaza girdiğinde değiş. Yenilen
Nasıl?
Sorun konusundaki her şeyi yeni baştan ele al, tek tek yeniden düşün, adım adım ilerle. Hiçbir şeyi belirsiz bırakma! Her makul soruya bir makul cevap bul.
Emin olduktan sonra karar al.
Bir konuyu incelerken:
Subjektif, tek yanlı ve yüzeysel olmamalıyız. Subjektivizm; materyalist düşünmekten uzaklaşmaktır. Tek yanlılık; çelişkinin diğer yanını görmemektir. Yüzeysellik- bir şeyi derinlemesine ele almamak, kılı kırk yararak düşünmemektir.
Bir şeye uzaktan bakarak kaba bir şekilde sorunları çözmeye çalışmaktır.
Bu şekilde düşünürsen kafanı kayalara çarparsın.
Hiçbir işten sonuç alamazsın.
Doğru düşünmek;
Nasıl ve Neden sorularını sorarak başlar.
Eğer bir yerde sorun varsa orada mutlaka çözülmemiş bir çelişki vardır diye düşünün. Gerçeği bulana kadar neden ve nasıl sorusunu sor. Cevap aramaktan vazgeçme.
Çelişkiyi mutlaka zamanında çöz, sürüncemede bırakma.
*
Dayı Diyor ki;
Bizi Susturamazlar!
Bunun için gerekli olan güvene ve güce sahibiz. Çünkü kaynağımız Türkiye halklarıdır, Türkiye halklarının kurtuluş umududur.
Bizi susturabilmeleri için bu umudu susturabilmeleri gerekir.
Bunun olamayacağını dost da, düşman da artık çok iyi ve bir daha unutmamak üzere öğrendi. Biz yine de tekrarlayalım!
Bu ülkenin onurlu ve namuslu insanlarının yüreklerinde kurtuluşa olan inanç var oldukça, özgür bir vatan, insanca bir yaşam için mücadele sürdükçe biz var olacağız.
Ve bu ülkenin şehirlerinde ve dağlarında umudun bayrağı şehitler bedeli dalgalandıkça susmayacağız, susturamayacaklar.
*
Dayı Diyor ki;
Haklı Olmak Yetmez
Haklılığı Değiştirme Gücüne Dönüştürmeliyiz.
Değiştirmek İçin Emek Vermezsek Haklılık İşe Yaramaz.
Haklı Olmanın Onuruyla Hareket Etmeliyiz.
*
Dayı Diyor ki;
Eleştiri-özeleştiri eşsiz bir yöntemdir.
Gerçeği savunur. Hataları düzeltir.
Birbirimizi düşman karşısında nasıl savunacağımızı, sahipleneceğimizi öğretir bize. Bir devrimcinin kendini yeniden kalıba dökmesi, kendini eğitmesi için tek yoldur.
Vazgeçilmez Bir Yoldur Zorunlu Bir Yoldur Başka Yol Yoktur.
*
Dayı Diyor ki;
Özeleştiri Yapmamak Hayat Damarlarını Kesmektir.
Özeleştiri Yapmamak Ölmektir.
Tekrar Can Vermek İstiyoruz.
Eleştiriyoruz,
Savaşa Çağırıyoruz,
Savaşmaktan Vazgeçmemelisin…
Kulağının Üstüne Yatma…
Dinle…
Özeleştirel Ol…
Gerisi hayat…
*
Dayı Diyor ki;
Düşmanın Düşman Olduğunu, Yüzyılların Sınıf Kini İle Saldırdığını Bizi Yok Etmek İçin Her Şeyi Yapacağını Aklımızdan Çıkarmayacağız.
Abartmak Cesaretimizi Kırar, Abartmayacağız.
Temkinli Olacağız, Temkinli Olmak Ne Demek?
Önlem Almak Demek.
Önlemler Kurallarımızdır.
Gerisi Hayat…
*
Dayı Diyor ki;
Bütün Duygularımız Devrime Yönelmelidir
Yönelmediğinde ne olur?
Duygularımız yanlış gelişir.
Bize yön veren doğru duygular değil, yanlış duygular olur.
Ve bu yanlış duygular bizi zaaflı ilişkilere sürükleyecek zeminlere götürebilir. Duygularımız devrime kilitlenirse doğru duygulara sahip oluruz.
Duygularımız devrimcileşirse yanlış zeminlere kaymayız.
Duygularımıza yön veren devrim olursa düzenin bizde yarattığı içgüdüleri daha kolay yener, tahribatları daha kolay giderebiliriz.
*
Dayı Diyor ki;
Çalıştığınız her alanda mutlaka kendinize alternatif insan yetiştirin.
Komite tarzında çalışın. Unutmayın, komite tarzında çalışmak hem sizi hem mücadeleyi geliştirir. Kadrolaşmada sürekliliği sağlar. Devrim için yeni olanaklar yaratır. Ben değil BİZ olmanın yolu da buradan geçer…
Aksi, devrimi istememek, insanlara güvenmemek, kendini korumaktır. Ki bu da devrimci değil, risk almaktan korkan küçük burjuva aydın-memur kişiliğidir. Alternatifli çalışan, komiteleşerek yukarıdan aşağıya alternatiflerle örgütlenen insan devrimci, riskten korkmayan insandır.
*
Dayı Diyor ki;
Biz tarihimiz boyunca hep açık bir hareket olduk.
Açıklık, kadro ve taraftarlarımıza, halkımıza ve dünya halklarına karşı bir açıklıktır.
Politika yapmak ve taktik adına devekuşu davranışlarından uzak durduk.
Gerçekler ne kadar yakıcı ve vahim olursa olsun, açıklık ve kendine güven, sorunu çözecek temel halkadır.
Bu gerçekleri saflarımızdaki insanlarımıza ve halkımıza kavratmak düşmanı yenmenin temel şartıdır…
Açık olmamak, suçluluğun, güçsüzlüğün, kitlelere inançsızlığın ifadesidir.
*
Dayı Diyor ki;
Kürt milliyetçi hareketi başlangıçta sol söylemleri de kullanarak arenaya çıktı.
Bütün küçük burjuva milliyetçilerinin yaptığı gibi, onlar da kendi özgüçlerine değil, hep dışlarındaki güçlere güvendiler. Sosyalist sistem henüz ayaktayken onlara güvendiler.
Sosyalist sistem ile emperyalistler arasındaki çelişkiden faydalanarak milliyetçi iktidarlarını kuracaklarını düşünüyorlardı. Sosyalist sistem yıkılınca, büyük bir yetenek göstererek hızla emperyalistlere güvenmeye başladılar. Teori ve pratik yavaş yavaş emperyalizmin desteğini almaya göre şekillendi… Devrimci anlayıştan yoksun Kürt milliyetçiliği bu kuşatmaya karşı devrim bayrağını yükseltip, kuşatmayı yarma yerine teslimiyeti seçti.
Devrimcilik dışında ne varsa her şeyi kullandı. Milliyetçiliği yaymak için hiç dillerinden düşürmedikleri kirli savaşın hemen bütün unsurlarını kullandılar. Tıpkı oligarşi ve emperyalizm gibi kitleleri bölmek için, kendi ifadeleriyle bloklaştırmak için halkı katletmek dâhil her şeyi yaptılar.
Devrimci ilkeleri, ahlakı, adaleti yerle bir ettiler.
Emperyalizme ve oligarşiye yıllarca kullanabilecekleri kadar malzeme verdiler. Onların nezdinde devrimcilik karalandı. Kirletildi. Kitleler bloklaştırıldı.
*
Dayı Diyor ki;
İnanç, coşku ve morali örgütleyeceğiz. “Kadro ve yöneticiler… Stratejik hedeften uzaklaştığı noktada geçici olarak bazı başarılar elde etse de tıkanmaya, kısırlaşmaya mahkûmdur. Bürokratizmin, liberalizmin, sekterliğin, tıkanıklıkların, verimsizliğin, moral düşüklüğünün, olmazların ve yokların temel nedenlerini öncelikle burada aramak zorundayız.” İnsanlarımızın gelişiminin yavaşlamasının, pratiğin tıkanmasının, günlük sorunların içinde boğulup üretemez hale gelinmesinin, moral bozukluklarının kaynağında stratejik hedeften uzaklaşma vardır.
*
PKK VE KÜRT MİLLİYETÇİLİĞİ
TEORİK VE PRATİK OLARAK İFLAS ETMİŞTİR, ANCAK BİTMEMİŞTİR.
PANZEHİRİ İDEOLOJİK MÜCADELEDİR!
Devrime ve devrimciliğe ilişkin ne varsa hemen hepsi kirletilmiştir, iğdiş edilmiştir.
Yapılan dostça eleştiri ve uyarılar karşısında Kürt milliyetçileri saldırganlaşıyor, devrimci hareketi uzlaşma politikaları karşısında bir engel olarak görüyor…
Bu tabloda devrimcilerin görevi kararlı bir ideolojik mücadele ve bu ideolojinin pratiğini örgütlemektir.
Milliyetçilik Halkların Kurtuluşunu Sağlayamaz Kurtuluşun Yolu Ortak Örgütlenme, Ortak Mücadele ve Devrimdir.
Birincisi; çağımız emperyalizm çağıdır ve emperyalizm her türden gericiliğin ve baskının sosyal temelini oluşturmaktadır.
Yani, emperyalizmi karşısına almayan hiçbir ulus kendi kaderini tayin hakkını kazanamaz. (…)
İkincisi; emperyalizme karşı olunmadan bir ulusal kurtuluş söz konusu olamayacağı gibi, aynı zamanda sınıfsal kurtuluştan bağımsız bir ulusal kurtuluş da söz konusu değildir. Bundan dolayıdır ki ulusal sorun, devrimci halk iktidarı olmaksızın çözüme kavuşamaz. Yani, ulusal sorunun çözüm platformu; emperyalizme karşı bağımsızlık ve iktidar sorunudur.
Bu iki halka birlikte ele alınmadığı koşullarda bu sorunun çözümü devrimci değil, ancak düzen içi bir çözüm olacaktır.
Bu ise halkların tercihi değil, emperyalizm ve milliyetçilerin tercihidir.
Ulusal sorunun çözümüne, emperyalizme karşı bağımsızlık ve iktidar sorunu olarak bakmayanların varacağı nokta; ne savunurlarsa savunsunlar, ülke ve halk gerçekliğini nasıl tanımlarsa tanımlasınlar, tartışılmayacak kadar açık olan uzlaşmacılıktır.
Uzlaşmacılık ise iktidar bilincinin ve devrim hedefinin olmamasıdır.
*
Dayı Diyor ki;
Düşmanın şiddetini ancak devrimci şiddetle etkisiz hale getirir ve zaferin yolunu ancak devrimci şiddeti temel alarak aşabiliriz…
Ama bu şiddet, halk örgütlülüklerini yaratıp, halkın savaşını ortaya çıkaramazsa, potansiyel olarak kalmaya ve giderek erimeye mahkûmdur. Bunun için bir an dahi rehavete düşmeden daha çok kitlelere gitmek, daha çok kitle örgütlenmeleri yaratmak, her yaştan ve sınıftan halk kitlelerinin karar aldıkları, uyguladıkları örgütlenmeler yaratmak temel görevimizdir.
Gerilla ve halk ancak bu tür örgütlenmelerin birlikte var olmasıyla, birbirlerini tamamlamasıyla zafer yolunu açabilir.
Her düzeyde halktan insanı kadrolaştırmak, savaştırmak ve halk örgütlenmelerini yaratmak için herkes daha büyük bilinç ve iddia ile kitlelere yönelmelidir.
*
Dayı Diyor ki;
Bu iş olmaz Bu insanla olmaz Bu eylem yapılmaz diye düşünmeyeceğiz.
“Her Şeyi Kendi Gerçekliği İçinde Ele Alarak” nasıl yapabileceğimize bakacağız.
*
Dayı Diyor ki;
Emperyalistler, işbirlikçi oligarşiler, burjuva ideologları, burjuva ideolojisi ile yoğrulmuş oportünistler, revizyonistler her şeyi tahrip edebilir, bütün dünyanın bildiği gerçekleri çarpıtabilir ve puslandırabilirler. Ama kanla yazılmış, uğruna yüzlerce şehit ve binlerce tutsak verilmiş, bunlarla halkın belleğine kazınmış bir tarihi silebilecek güç yoktur.
Bu durum, yalnız devrim tarihleri için değil, tüm toplum tarihleri için geçerli olan bir olgudur. İşte biz, şehitlerimizle yazılmış bu tarih nedeniyledir ki, içimizden ve dışımızdan gelen, hangi kılıfa ve söyleme bürünürse bürünsün, özde emperyalizmin ve oligarşinin saldırıları olan tüm saldırılara karşı direnen, teslim olmayan, kuşatma altına alındığımızda kuşatmayı yarmayı bilen bir inançta ve bilinçte olmuşuzdur. Bu inanç ve bilinci yaratan,
Marksizm-Leninizm’e sonsuz inancımız, halka ve kendimize olan güvenimizdir.
*
Dayı Diyor ki;
Hangi şart ve koşulda olursanız olun, eylemde, düşüncede, savaşta çevrenize karşı sabırlı, soğukkanlı ve adaletli olacaksınız.
Unutmayın ki, biz devrim ve sosyalizm mücadelesi veren, iktidarı alma, halk iktidarını kurma iddiasında olan bir hareketin savaşçılarıyız.
Bu hareketin ideoloji ve politikasıyla halkımızın emperyalizm ve oligarşinin sömürü çarkından kurtulup bağımsızlığına kavuşacağına olan inanç ve güvenle, düzenle ilişkimizi koparıp gönüllü olarak bu safta yerimizi almışız.
İlkeleri, değerleri, gelenekleri, disiplini bizi de ifade ettiği için güvenle kendimizi bu yapıya dâhil etmiş, onun ayrılmaz parçası olmuşuz.
Yani inanarak, isteyerek hem de her türlü fedakârlığı, ölmeyi, öldürmeyi göze alarak parçası olduğumuz gönüllüler birliğinde herkes sınıf bilincine ve adaletine uygun davranmak, yapının gelenek, değer ve disiplinine uymak zorundadır.
*
Dayı Diyor ki;
-Hayallerimiz, düşlerimiz bizimdir. Umudumuzun büyüdüğü yerde, devrimciler düşlerinin ayak izlerini takip ederlermiş…
-Hayal gücü çok önemlidir…
Hayal etmesini bilmeyen geleceği kuramaz.
-Hayallerimiz ve Yaratıcılık Heyecan ve cürettir…
Eylemlerimizde tüm yaratıcılığımızı kullanmalıyız.
*
Dayı Diyor ki;
Umut daha büyüyecek zafer daha yakınlaşacak!
Dilemiyoruz, biliyor, inanıyoruz.
Çünkü gerçekleştirecek olan biziz…
Kolay yoldan, bedel ödemeden çözüm önerenler de, isteyenler de aldanmaya devam ediyor.
Çünkü böyle bir çözüm yolu yok! Kazanacağız, haklıyız kazanacağız.
Çünkü halkı ve vatanı için canını seve seve veren şehitlerimiz var.
Biliyoruz sosyalizme özlem daha da büyüyecek, çünkü insan gibi yaşamanın tek yolu sosyalizmdir.
*
Dayı Diyor ki;
Türkiye’nin bağımsızlığını isteyen, halkın özgürlüğünü isteyen, demokrasi ve adalet isteyen herkesin cevaplaması gereken soru budur.
Hak ve özgürlüklerin her an rafa kaldırılabildiği, en basit hak arayışlarının terör diye mahkûm edilip F tiplerinde susturulmaya çalışıldığı, yasal örgütlenmelerin adeta nefessiz bırakıldığı, hukuksuzlukla, kan dökerek yönetilen bir ülkede bağımsızlık için, demokrasi için, devrim için illegal örgütlenmeden ve silahlı mücadeleden başka yol yoktur. Bu, mevcut, olanaklı başka mücadele biçimlerinin kullanılmaması değildir. Ama faşizmin zulmüne karşı herkesin asıl olarak yaşayacağı, savaşacağı yer düzene karşı gizliliği sağlanmış örgütlenmelerdir. Halka karşı şiddetin sürekli ve sistemli uygulandığı bir yerde halk düzene karşı muhalefetini ancak gizliliğini sağlayarak ve şiddete başvurarak sürdürülebilir, sağlayabilir.
*
Dayı Diyor ki;
Halkları Kurtuluşa Götürecek Olan, Bu Düzenin Kökten Değiştirilmesinin Hedeflenmesidir.
Emperyalist Sisteme Karşı Savaşmayan, Emperyalist Sömürüyü Reddetmeyen Hiçbir Halk Özgür Olamaz. Özgürlük, Emperyalist Sömürü Alanının Dışındadır.
Kapitalist Sistemin Kökten Yok Edilmesindedir.
Kurtuluş Sosyalizmdedir.
*
Dayı Diyor ki;
Vahşetin Yaratıcısı Emperyalizm, Halkları Birbirine Boğazlatmak İçin Din ve Milliyetçiliği Kullanma Suçu İşledi.
Emperyalizm, Asya’dan Afrika’ya, Latin Amerika’ya Yeni Terör Yöntemleri ve Katliamlarıyla Faşizmi İhraç Etti.
Kıtaları Aç ve Yoksul Bırakan Emperyalizmdir.
Ülkemizdeki Yoksulluğun, İşsizliğin, Faşist Terörün, Sosyal Güvencesizliğin Sorumlusu da Emperyalizmdir.
ABD Emperyalizminin Bütün Dünyadaki 5311 Üssü Halkların Kanını Döken Suç Merkezleridir.
-Dünyanın en büyük ve güçlü ordusuna sahip olan Amerika Birleşik Devletleri Savunma Bakanlığı tarafından yayınlanan bir rapora göre; 2007 yılı için yayınlanan Üs Yapısı Raporu’na göre ABD’nin kendi sınırları içindeki üsler de hesaba katıldığında toplam üs sayısı 5 bin 311’e ulaşıyor. Bu rakamlara “güvenlik nedeniyle” açıklanmayan Afganistan ve Irak’taki üsler dâhil değil. Bunların dışında dünyanın hemen her ülkesindeki elçilikleri ajan faaliyeti yürüten karargâhlarıdır.
1986-1989’da CIA’nın İstanbul Bölgesi Şef Yardımcısı olarak görev yapan Philip Giraldi; ‘Ben orada iken İstanbul, Avrupa’nın en büyük CIA üssü idi’ diye anlatıyordu.
CIA’nın ülkemizin birçok şehrinde birimler açtığı, gizli üslerin olduğu daha önce de gazetelere yansımıştı. İzmir, Ankara ve İstanbul’daki Amerikan Büyükelçilikleri, konsoloslukları da birer üs gibi çalışmaktadır. ABD ile imzalanan ikili anlaşmalar, açılan üsler, konsolosluklar, paravan şirketler, hepsi Türkiye ve Ortadoğu halklarına karşı yürütülen savaşın bir parçasıdır.
Üslerden, elçiliklere kadar ortadaki bu tablo, bağımlılığın, Amerika’nın bir ‘eyaleti’ olmanın sonucudur. Amerika burada kendi evindeymiş gibi hareket etmekte, istediğini yapma hakkını kendinde görmektedir.
Dünya Halklarının Gücü Emperyalizmi Döktüğü Kanda Boğacaktır!
Terörizmin Asıl Kaynağı Emperyalizmdir!
Emperyalizme Karşı Savaşmak Meşrudur!
Emperyalizme Karşı Direnen ve Kurtuluşu İçin Savaşan Halklar Kazanacak!
Biz Kazanacağız!
*
ELEŞTİRİ, ÖZELEŞTİRİ, EMEK ve EĞİTİMDİR
Küçük-burjuvazi hayatı hep karmaşıklaştırmaya çalışır. Anlaşılamaz, bilinemez ruhsal dalgalanmalar bütünüdür ona göre insan.
Olaylar kavramlar karmakarışıktır onun beyninde.
O Yüzden de kimi olayları
“açıklanamaz, bu duyguyu ifade etmek mümkün değildir” diye izah eder. … Bu anlatılamaz ancak yaşanır, kelimeler yetmez…” veya benzeri gizemli ifadeleri çok sever. Bizce ise “Kendi Gerçeğinden Kaçmanın” gerekçeleridir artarda sıraladığı bu ifadeler.
İyi bir iş yaptığında “Hemen” kibirlenip böbürlenir, “Yanlış” yaptığında ise “Hemen” cesareti kırılır. Çünkü onlar başarı ve başarısızlıkları, sadece “Kendi” olumlulukları veya yetersizlikleri olarak görürler. Oysa tüm olumlulukların da olumsuzların da sahibi “Örgüt” tür. Örgütün onlarca yıllık emeğinden, yılların birikiminden damla damla topladığı deneylerin bilgilerin üzerine hareket eder her kadro. Kadroların kişisel yetenekleri hiç mi önemli değildir? Elbette etkilidir, ama “Asla” belirleyici değildir.
Belirleyici olan “Emek ve Eğitimdir”.
Tüm sorunları aşmanın en temel yolu emek ve eğitimdir.
Hayal kırıklıkları da yaşanacaktır elbette, ama o hayal kırıklığından güçlenerek çıkmanın yollarını bulacağız. Bu yol da yine eleştiri özeleştiridir. Başka bir yol yoktur. Var diyen bizi ikna etmelidir.
Pratik içinde olup da yanlış yapmayan, hayal kırıklığı yaşamayan devrimci var mıdır diye sorulduğunda bağıra bağıra cevaplarız; “Hayır Yoktur”.
Yanlış yapmayanların, hayal kırıklığı yaşamayanların asla “Umutları ve Hayalleri” de olmamıştır. Ve hayalleri olmayan bir devrimci düşünülemez.
Her şeyin ilacıdır emek.
En net, en basit, en sade ve en anlaşılır hali ile eleştiri özeleştiri, emektir.
Eleştiri özeleştiri, emeğin ve eğitimin en yoğunlaşmış halidir.
Eleştiri özeleştiri, büyük bir değerdir. O kadroya verilen en büyük değerdir.
Eleştiri özeleştirinin bir değer verme olması bakımından, kadrolarımız, taraftarlarımız,
sempatizanlarımız açısından nitelik olarak bir fark yoktur.
Dedikoduculuk yaygın bir alışkanlıktır. Ama biz devrimciyiz, bizim elimizdeki en büyük silahlardan birisidir eleştiri özeleştiri.
Bu nedenle dedikoduya ihtiyaç duymamalıyız. Burjuva kültürü, tam tersine nerdeyse terapi rahatlama aracı gibi anlatır dedikoduyu. Hatta her kadın için bir parça meşrudur da. Oysa dedikodu yapmak provokatörlüktür.
Yani kışkırtmadır, yani tahrik etmektir.
Saflarımızda buna izin vermemeliyiz.
En sıradan taraftarımızdan en ileri kadrolarımıza kadar eleştiri özeleştiri silahını etkin biçimde kullanmak, gelişimin temel anahtarıdır. Yeniden ve yeniden Eleştiri-Özeleştiri-Pratik, kavga yılları boyunca bir devrimciyi Yenileyen, Dinamik Tutan Tek Güçtür.
Bir ömür boyu devrimciliğin anahtarı, eleştiri-özeleştiri ve yeniden pratik içinde sınanmadır.
*
HERŞEY BEYİNDE BAŞLAYIP BEYİNDE BİTER
İnsan beyni dünyada eşi benzeri olmayan bir mucizedir.
Tüm kitapların kitabıdır.
Tüm fabrikaların fabrikasıdır.
Sadece düşünmek birçok şeyi başarmak için önemli bir adımdır. Düşündüğümüzde mutlaka bir yol buluruz.
Çoğu zaman da üç aşağı beş yukarı doğru yolu buluruz.
Çünkü aynı duyguları, aynı coşku ve hüzünleri paylaşan, benzer koşullarda yaşayan insanlar ortak bir noktada buluşurlar. Bu nedenle halkımız demiştir ki “Aklın Yolu Birdir”.
Beyin çok güzel bir organdır. Düşünmek onun en büyük eylemidir. Devrimcinin asıl eylem alanı beynidir. Düşünen insan için, en büyük savaş alanıdır insanın beyni. Düşünmek savaşmaktır.
Orada her kararda, her işte, her düşüncede öyle büyük savaşlar olur ki, büyük iş küçük iş fark etmez; o savaş alanında çok kan akar.
Çok şey ölür, yaralanır, sakat kalır.
Ama hiç merak etmeyin, mücadele devam etiği sürece, hayat devam ettiği sürece, her ölümden sonra yenisi doğar.
Yeter ki düşünün. Yanlış yapın önemli değil, ama düşünün. Yapılan yanlışı da düşünerek ders çıkarır ve doğrusunu buluruz. Yanlışlarımızın da düşünerek hakkını verirsek, yanlışlarımızı gerçek birer öğretmen haline getiririz.
Her insan gibi “Deney Hakkımız da Vardır” tabii.
Ama mutlaka düşünün.
Her şey beyinde başlayıp beyinde biter.
Düşünmemek, teslim olmayı baştan kabul etmek demektir. Düşünmemek çürütür.
Sadece otuz saniye düşünün.
Otuz saniye eylem içinde çok uzun bir zamandır. Otuz saniye düşünün.
Alelacele, ayaküstü verdiğiniz kararlarla, söylediklerinizle o anı kurtarırsınız, ama gelecekteki yıkımı engellemeniz mümkün değildir.
Düşünmeyen yozlaşır.
İlk aklına geleni söyleyen, düşünmeden konuşanlar, bayağı lafazanlardır ve çürümekten kurtulamazlar.
Sadece düşünün, otuz saniye düşünün!
*
MUCİZE VE TESADÜF YOKTUR
ASLOLAN PROGRAM VE DENETİMDİR.
Tarihte ve doğada mucize veya tesadüf yoktur.
Sadece bizim bilmediğimiz, henüz keşfedemediğimiz yasaları n işlemesi ile doğanın o büyük aklının yarattıkları vardır.
Ustalar böyle açıklamışlar, bilim böyle demiştir.
Devrimci yaşamda da tıpkı doğa gibi, tarih gibi, tesadüflere ve mucizeye yer yoktur. Devrimci yaşamda bunların yerine program ve denetim vardır.
Program, ama gerçek bir program olmalıdır programlarımız.
Sade bir program yeterlidir.
Alt alta listelenmiş onlarca iş ve tarih, bir program değildir.
Olsa olsa bir liste olabilir.
Program nedir?
En kaba, en basit hali ile;
A- geçmişte ne yapılmış?
B- elimizde ne var?
C- elimizdekilerle ne yapabiliriz?
Gerçekçi bir program budur, gerisi “Yaratıcılıktır”.
Eğer program yaparsak, tesadüfü ve mucizeyi beklemeyiz.
İkinci adımımız “Denetimdir”.
Tıpkı program gibi denetim de cevapları belli soruları alt alta sıralamakla olmaz.
Hele ki yaptınız mı, yapmadınız mı tarzındaki ucuz soruları sorup, “evet!”, “hayır!” cevapları almak, asla denetim değildir.
Denetim, o işi “Yapılabilir” hale getirmektir.
Denetim, o işi yapacak olanda “Ben Yapabilirim” inancını yaratmaktır.
Denetim, işi yapacak, programı uygulayacak kişinin önündeki tüm engelleri tek tek kaldırmaktır.
Denetim o işi, yapacak kişi ile birlikte yapmaktır aslında.
O pratiğin içinde, biz beynimizde onun yerine geçip yaparak denetleyebiliriz ancak.
Tesadüf ve mucizeye inanmak, boş hayaller kurmaktır.
Tesadüf ve mucizeye inanmak, hayatımızla kumar oynamaktır.
Tesadüf ve mucize burjuvazinin bizimle alay etmesinin araçlarıdır; buna izin vermemeliyiz.
Devrimci yaşamda tesadüf ve mucizeye yer bırakmak, burjuva ideolojisine yer açmak demektir.
Hayatta asla boşluk yoktur ve bizim bıraktığımız boşluğu burjuvazi doldurur.
Biz devrimciyiz, biz program ve denetimin esas olduğu bir çalışma ve yaşam tarzını benimsemeliyiz.
Düşünce tarzında yaşam biçiminde ve çalışma tarzında program ve denetimi hâkim kılmayanlar, asla sonuç alamazlar.
*
ELEŞTİRİLMEYEN HER YANLIŞ MEŞRULAŞIR
Eleştirmemek, “anlamak lazım, anlayışlı olmak lazım” bakış açısının devam eden bir şeklidir. Bu bakış açısı yaşamda çok sık ve çok çeşitli biçimlerde karşımıza çıkar:
“Basit bir hata diye düşündüm” “Sıradan bir yanlış”
“Her zaman da eleştirilmez ki, biraz kendi haline bırakmak lazım”
“Zamanla anlar”
“Zamanla değişir”…
Yanlışları istediğiniz kadar NORMAL göstermeye çalışın, bunun özü özeti aslında LİBERALİZMDİR.
Yani ideolojik mücadeleye cesaret edemeyen, ideolojik mücadeleye gücü yetmeyen ve dolayısıyla burjuva ideolojisinin meşrulaşmasına izin veren birisinizdir.
Cesaretsiz, güçsüz ve aslında inançsız.
Evet inançsız.
İnançsızdır, çünkü yaşama devrimci ideoloji yerine burjuva ideolojisinin girmesine izin verir.
Çünkü burjuva ideolojisinin “doğru” olduğunu düşünür. Normal görür, bu yüzden “hata” diye görür ideolojik yanlışları.
İnançsızdır çünkü devrimci ideolojide aslolan’ın çelişkinin yenileştirici ve çözücü gücü olduğu gerçeğine inanmaz; bunun doğru olmadığını düşünür. Bu yüzden çelişkinin üzerine gidip çözmek yerine, düzenin çözmesine izin verir.
Oysa karmaşık hiçbir şey yoktur bu konuda.
Çelişki Çözer.
Eğer Bir Sorun Varsa, Eğer Bir Yanlış Varsa,
Bu Mutlaka Çözülmelidir ve Biz İstesek de, İstemesek de Hayat Çözer; Ya Devrimden Yana Çözer Ya Düzenden!
“Çelişki” çözülmeden “Hayat” devam edemez. Taraflardan birisi ölmek zorundadır. Ya düzen, ya devrim. Birisi ölecek yok olacak ki, çelişki çözülsün.
“Zamanla değişir… Olur böyle şeyler, normaldir…” ve daha bir çok değişik şekilde karşımıza çıkan “Normal Görme” hali esas olarak “Çürümedir”. Bu çürümeye izin vermemek için aslolan devrimci eleştiridir.
Yanlışları, bir kez “normal” görmeye başlarsanız sorgulama çıkar devreden ve yanlışı yapanla aynı derecede yanlıştan sorumlu oluruz.
Eleştiri liberalizmi engeller.
Eleştiri burjuva ideolojisinin saflarımıza sızmasının en güçlü barikatıdır.
Eleştiri güçtür.
Eleştiri inançtır.
Eleştirilmeyen her yanlış, istediğiniz kadar süslü laflarla, “insanlık halleriyle” gizlemeye çalışın, işin esası çürümedir, işin esası saflarımıza burjuva ideolojisini taşıma çabasıdır. Buna izin vermemenin tek yoludur eleştiri.
Eleştiride cesaretsizliğin bir diğer en yaygın görüntüsü ise dolaylı anlatım -“ima”- olarak çıkar karşımıza.
Denir ki; “Anlaması lazımdı artık, dolaylı yoldan o kadar anlattım, o kadar laf söyledim bu konuda…”
Veya başka bazı görüntülerde karşımıza çıkan KORKAK eleştiridir. Bundan bir şey çıkmaz.
Sizin eleştirdiğinizi sandığınız kişi, sizinle birlikte başlar eleştirmeye; hatta sizden daha keskin bir şekilde bile eleştirebilir.
Neden? Çünkü sizin cüretsiz tavrınızdan güç almıştır.
Bir kez normal görmeye başlarsanız, sorgulama çıkar devreden ve yanlışı yapanla aynı derecede yanlıştan sorumlu oluruz.
Yani Yapan Kadar Suçlusunuzdur, Yapan Kadar Sorumlusunuzdur Yanlıştan.
Bu nedenle; hayata aykırı, devrime aykırı davranışları eleştirmekte tereddüt etmemeliyiz.
Hayatı yalanlayan, devrimi yalanlayan burjuva ideolojisinin saflarımıza sızmasına izin vermemeliyiz. Eleştirmeyip yanlışların meşrulaşmasına izin vermek değil, eleştirip düzeltmenin devrimci görev olduğunu, doğal olanın eleştirmek olduğunu bilmeli ve tereddüt etmeden hayatın “Her Alanın” da uygulamalıyız.
Uygulamamızın doğuracağı çatışmalardan çekinmemeliyiz.
Uygularsak ne mi olur?
En fazla üslubunuz veya niyetiniz sorgulanabilir, burada da bir eksik varsa hayat düzeltir, bu konuda da hayata ve mücadeleye güvenmeliyiz.
*
SIRA NEFERİ OLMAK DIŞINDA HİÇBİR SIRADANLIĞI KENDİNİZE YAKIŞTIRMAYIN
Biz devrimciyiz.
Biz halkız. Halkın içindeyiz.
Halkın öncüleriyiz Biz sıradan bir savaşçıyız.
Biz sıradan bir militanız.
Gecenin bir yarısı, haftanın herhangi bir günü, her saati gelen bir haberle, dünyanın öbür ucuna, belki dilini, geleneğini bilmediğimiz bir ülkeye, belki doğduğumuz şehre, köye gidebilmeliyiz.
Sıra neferi olmak budur.
Sıradan bir militan olmak budur.
Biz devrimciyiz, biz halkız; sade sıradan sessiz ve isimsiz kahramanlar olmalıyız.
En sıradan işleri sessizce yapan biz olmalıyız.
En basit işleri en büyük coşku ile yapan olmalıyız.
İşte sıra neferi budur.
En güç işleri en büyük bir sıradanlıkla yapandır sıra neferi.
En riskli yerlerde en büyük sabırla bekleyendir sıra neferi.
En gurur verici direnişlerde en mütevazı olandır sıra neferi.
Bu onun hayatıdır.
Bu onun devrimcilik nedenidir.
“Popülizm, Kariyerizm, Ben Her Şeyi Bilirim…”
İşte sıradanlıklarımız bunlardır. Bunlar zavallı yanlarıdır bir devrimcinin.
Evet, zavallıdır popülistler aslında.
Kariyeristler zavallıdırlar, yaptıklarıyla aldıkları sonuçlarla var olamayınca başlarlar kariyerist çekişmelere, başlarlar kendilerini övmeye.
Bakmayın öyle kasım kasım dolaştıklarına ortalıkta, bir üşürseniz çöker o kasıntılıkları.
Herkes Konuşur, Sıra Neferi Yapar
Sıra Neferi Davasına Bütün Varlığını Katar.
Bütün varlığı ise canıdır, yaşamıdır.
Yaşamını katar davasına sıra neferi.
İşte bu nedenle çok güçlüdür sıra neferi, işte bu nedenle “Yenilmezdir”.
Kimse yenemez sıra neferini.
Bütün varlığı eninde sonunda canıdır ve sıra neferi işte bu bütün varlığını katar davasına.
Sıra neferi halktır; çünkü ölümden öte köy yoktur diyebilir sıra neferi.
Ve bilirler ki düşmanlarımız, ölümü göze almış olanı hiç bir ordu yenemez.
Bu nedenle kahramanlar ölmez halk yenilmezdir.
Çok yetenekli, “dünyanın en seçkini”, “en zekisi” değildir sıra neferi. Ama herkes konuşur o yapar, bütün varlığını katar davasına. Canını katar, yaşamını katar.
Popülistler, kariyeristler, liberaller, sekterler, çok bilenler de “Bizimdir; Bizim Yoldaşlarımızdır”. Zavallı yanlarıdır bunlar devrimcilerin.
Zayıf yanlarıdır.
Güçsüz yanlarıdır.
Çürüyen yanlarıdır.
Onlar da devrimcidir, onlar da halktandır, onlar da bizim yoldaşlarımızdır.
Halkımıza, insanımıza dair kusurlardır bunlar.
Devrimciler yaşam içinde, mücadele içinde aşabilirler bu kusurları.
Zaten zavallı, zayıf, güçsüz ve çürümüştür bu yanları.
Bir tekme atma cüretini göstermelidir devrimciler bunlara, üzerine basıp ezme gücünü göstermelidirler.
Bir tekmelik işi, bir tokatlık canı vardır bu yanlarımızın.
Düzendeki her insan çok güçsüzdür, güçsüzlüğünün nedeni “Çaresizliğidir”.
Oysa devrimciler güçlüdür, çünkü çareleri vardır.
Güçlerinin en büyük kaynağı ise “Her Sorunun Mutlaka Devrimci Bir Çözümü Vardır” bilimsel doğrusudur.
Güçlerinin kaynağı “Her Sorun, İçinde Çözümü de Barındırır” bilimsel gerçeğidir.
*
DEVRİMCİ OLMAK, AYRICALIKTIR SAVAŞIMIZI BÜYÜTMELİYİZ!
Biz devrimciyiz.
Biz yoldaşız.
Devrimcilik, faşizme teslim olmamaktır.
Devrimcilik, emperyalizme meydan okumaktır.
“İnsanlar başkalarının kusurlarını görmekte kartal, kendi kusurlarını görmekte köstebektirler” diye öğretir düzen.
Bu elbette ki devrimciler için geçerli değildir, olmamalıdır.
Devrimci ilişkilerde; yanlış hepimizin yanlışıdır, doğru da hepimizindir diye bakarız.
Düzende birçok şey rekabet üzerine kuruludur.
İnsan ilişkileri de öyle.
Düzende, bir insanın başarılı olması, bir başkasının başarısız olmasına bağlıdır.
Eğitim sistemi bile bunun üzerine kuruludur.
İnsanın bir diğer insana kendini parçalayacak kurt gözü ile baktığı bir toplumdur burjuva toplumu. Burada her insan çok yalnız ve güçsüzdür.
Zavallıdır.
Biz devrimciyiz, biz yoldaşız.
Yoldaşlarımızın nefesini saydık biz omuz başlarımızda.
Onları damlalıkla besledik.
Yüzünü bile görmediğimiz yoldaşlarımız için ölüme yattık.
Bir yoldaşımızın özgürlüğü için, kendi özgürlüğümüzden vazgeçtik.
Biz dünyanın en cüretli, en zengin eylemlerini yaptık yan yana.
Biz faşizme ve emperyalizme birlikte meydan okuduk.
Bazen bağıra bağıra ağladık, bazen hep birlikte güldük.
Ağız dolusu küfür ettik bazen.
Bazen içimize ağladık.
Onların düzende yaşadıkları, “mecburi” ilişkilerdir.
Biz gönüllüğün doruğunu yaşarız yoldaşlarımızla.
Onlar her şeyi bilirler, bu nedenle kimseye güvenmezler.
“Babana bile güvenme” diye öğütlerler.
Biz ise sorgusuz, yargısız, sırtımızı yaslarız yoldaşımıza.
Çünkü onlarda şüphe, bizde güven esastır.
Onlar tilki gibi kurnaz ve uyanık olmak zorundadırlar ilişkilerinde.
Biz ise kendi ilişkilerimizde hep devrimci saflığımızla hareket ederiz.
Onlar çok ama çok keskin zekâlıdırlar her zaman.
Biz tedbirli ve sabırlı ve hep umutlu olmayı tercih ederiz.
Onlar, hayat karşısında çaresizdirler ve hayata boyun eğmek en temel özellikleridir.
Biz ise “Hiç bir sorun yoktur ki, içinde çözümünü barındırmasın” deriz, boyun eğmenin kendimizi inkâr olduğunu biliriz.
Onlar hep karamsar, hep umutsuz, hep olmazcıdırlar.
Çünkü çürümüşlerdir.
Biz her zaman umutluyuzdur.
Kuşaktan kuşağa taşırız bu umudu, çünkü biz en diri damarıyızdır hayatın.
Çürüyen ve dağılan burjuva kültürü faşizmi doğurur.
Direnen ve mücadele eden devrimci kültür, sosyalizmi doğurur.
Arada başka yol yoktur.
Onların hayatları tüketmek içindir, her şeyi tüketirler.
Ve bu tüketim, sonunda, kendi hayatlarını tüketmeye dönüşür.
Bizim ise her anımız üretmektir.
Her gün kendimizi, hayatı yeniden ve yeniden üretiriz. Ve çoğalırız.
Bizim sonsuz bir yaratma enerjimiz vardır.
Biz hayatı her gün yeniden yaratırız.
Bizim uğruna ölünecek değerlerimiz vardır, bu değerler uğruna ölürüz.
Çünkü bu değerler olmazsa hayat, çelişkiden çelişkiye sürüklenir.
Bu değerler bizi çelikleştirir.
Biz aslında, zaten bizim olan için savaşıyoruz.
Onlar hep bizden çalıyorlar.
Tarih bize aittir, onu halkların mücadelesi yarattı. Gelecek de bizim olacak.
Onu da mücadelemiz yaratacak.
İşte bu nedenlerle devrimci olmak ayrıcalıktır.
Bu inançla savaşımızı, mücadelemizi büyütmeliyiz. Savaşı büyütmenin yolu, herkesin kendi hedefini büyütmesinden geçer. Devrimcilik ayrıcalıktır.
Asla sıradanlaşmamalıyız.
Her gün hayatı yeniden yaratıp, her gün savaşı bir adım öne taşımalıyız.
*
DAVA ADAMI OLMAK
Dava Adamının Yaşamı Her Zaman Olağandışıdır.
Devrimci yaşamın her anı bir savaştır.
Yaşam aslında ideolojilerin savaşıdır.
Her olayda, her işte savaşan, bu ideolojilerdir.
Burjuva ideolojisi ve devrimci ideoloji.
Evet, iki sınıf vardır.
Sınıflar savaşıdır bu. Ama her sınıfın beslendiği ideoloji vardır.
Bu iki ideoloji hızlı ya da yavaş, görünür veya gizli, ama sürekli savaş halindedir yaşamda.
İşte dava adamı burada çıkar ortaya, bu savaşta çıkar.
Üzülmek örneğin, hüzünlenmek, ne kadar doğal bir duygu, ne kadar masum, bize böyle öğretilir.
Oysa devrimci yaşamın her anı bir savaşsa, bu savaşta üzülmeye yer yoktur, hüzne yer yoktur.
Üzülmek yerine iyice kızan, dolu dolu öfkelenendir dava adamı.
Üzülürsen çürürsün, öfke bir devrimciyi ayakta tutar.
Ne zaman ki öfkeni yitirirsin, ne zaman ki normal gelmeye başlar yaşananlar, işte o zaman, uzlaştığın gündür.
İşte o zaman umutlarını, anıları nı, acılarını, yoldaşlarını burjuvaziye sattığın gündür.
Çok basit masum görünen bir üzüntü duygusunda; işte iki farklı ideolojinin, iki farklı tavsiyesi çıkıyor karşımıza.
Burjuva ideolojisi üzülmeye hüzünlenmeye davet ediyor, yatıştırmaya, öfkemizi dizginlemeye davet ediyor ve bunun insana has bir davranış olduğunu, her insanı n üzülebileceğini- hüzünlenebileceğim vaaz ediyor.
Devrimci ideoloji ise üzülmeyin diyor, öfkelenin diyor, öfkemizi bilmeyi, öfkemizi devrime yöneltmemiz gerektiğini söylüyor.
Öfkeni yitirsen, sana bunları yaşatanları bağışlarsın diyor.
İki ideoloji.
İki seçenek.
Birisi katilimizle birlikte yaşanabileceğini, yaşayabileceğimizi söylüyor.
Acını içine göm diyor. Zaman her şeyin ilacıdır diyor burjuvazi.
Diğeri ise bunun mümkün olmadığını, uzlaşmanın mümkün olmadığını, taraflardan birisinin diğerini yok etmeden yaşamasının mümkün olmadığını anlatıyor.
“Basit Bir Duygu Yoğunluğu, Basit Bir Duygusallık, Ne Var Bunda?” diye düşündüğümüzde karşımıza çıkan varlık-yokluk sorunu budur işte.
Ya devrimcisindir ya değilsin.
Bir basın açıklaması yazarken bile farklıdır dava adamı, bir yazı yazarken, bir slogan seçerken hep farklıdır.
Dava adamında esas olan savaştır; basın açıklaması ile savaşır, yazısı ile sloganı ile savaşır.
Burjuvazinin katliamlarını, sömürüsünü, sadece eleştirmek değildir onun işi. Bu bir yazı da olsa, bir açıklama da olsa, bir slogan da olsa gücünü, ikna ediciliğini, gerçekçiliğini bu savaşma gücünden alır. Satırlarının taşıdığı inançtır savaşma gücünü veren.
Dava adamı olmak; yoldaşını “Her Koşulda Tereddütsüz” sahiplenmektir örneğin.
Yoldaşlık; derin bir inanç, ortak bir kavgadır.
Yoldaşlık; ortak eylem, ortak ölümdür.
Yoldaşlık; birbiri için hayatını vermeye hazır, birçok sınanmışlıktan geçenlerin, yaşayabileceği bir dostluktur sadece.
İşte bu nedenlerle, “Her Koşulda” yoldaşını sahiplenir dava adamı.
Bir oportünist-reformist bir yoldaşımız hakkında bir şey mi söylüyor, bizim işimiz yoldaşımızı koşulsuz sahiplenmektir.
Düşman bir yoldaşımız hakkında olumsuz bir şey mi söylüyor, yayıyor: “Bu Yalandır” demektir yoldaşlık. Burjuvazinin en iyi bildiği şeydir yalan. En çok kullandığı yöntemdir yalan.
Evet, dava adamı olmaktır yoldaşını her koşulda sahiplenmek.
Olumsuzlukları yok mudur yoldaşımızın, elbette vardır.
Yanlışlar, hatalar da yapmış olabilir ama o bizim sorunumuzdur.
Dava adamı olmak; oportünizm karşısında da, düşman karşısında da “Her Koşulda Yoldaşımızı Sahiplenmektir”.
Çünkü yoldaşlık; bu dünyadaki en yüce, en soylu, en yüksek bilince sahip, en yüksek ahlaklı ilişkidir. Bundan yüce, bundan değerli bir duygu hala yaratılmadı, yaşanmadı.
Dava adamının dili sert, üslubu serttir.
Bu sertliğin nedeni “Safının” netliğindendir.
Dil düşüncenin dolaysız ifadesidir denir, bu nedenle sınıfsaldır, bu nedenle sadece “üslup” denilip geçilemez.
Bir devrimcinin, dava adamının yaşamı, işte bu nedenlerle her zaman olağandışıdır.
Devrimci olan ve olmayan, çok nettir, arası yoktur!
*
SIRADANLAŞMAK ÇÜRÜMEKTİR
Önce kendini tekrar ile başlar.
Hemen her olayda, gelişmede kendini tekrar eder durur.
Ama bize ilk öğretilen değil midir; “değişmeyen tek şey değişimdir” doğrusu.
Bir ırmakta iki kez yıkanılmaz gerçeği değil midir; hayatın en temel denklemi.
Peki, ne olur?
Kendini sürekli tekrar ettiğinde olduğun yerde öylece kalır mısın? Hayır, bu mümkün değil.
Tıpkı elma örneği gibi…
Masanın üzerine bırakın bir elmayı, bir süre hiç dokunmayın, sonra çürümeye başlayacaktır.
Kendini tekrar etmek de bunun gibidir…
Asla yerinde kalamazsın. Yani o anda var olan durumunu da koruyamazsın.
Her şey değişiyor çünkü.
Ve kendini tekrarın sonu da o çürük elma örneği gibi olur.
Önce kokar, sonra çürür.
Yani kendi kendini yok eder sonunda.
Kendini sürekli tekrar eden bir devrimcinin, hiçbir yararı yoktur ve bir süre sonra zarar vermeye başlar.
Ve biz ne kadar sahiplenirsek sahiplenelim, onu yok oluştan kurtaramayız.
Kronikleşmiştir artık bu ağrı, bu sızı. Ve kronik bir hastalık; ya başka bir hastalığa neden olur, ya da kendini yok eder.
Birden bire ortaya çıkmaz tabii.
Bıkkınlık ilk göstergesidir, kendini tekrarın. Mızmızlık, şikâyetçilik, kimseyi beğenmeme, en temel göstergeleridir.
Ve Bunların Hepsi, Kendi Tükenişini Gizlemenin Kılıfıdır.
Kendi durumunu, devrimci bir yöntemle ortaya koyup çözmediği için bu bahaneleri bulacaktır:
İnsanlar kötü… İnsanlar yapmıyor… Nesnel durum bu vb. vb…
Çaresi yok mudur?
Kaçınılmaz mıdır? Elbette değil.
Tek Çaresi Vardır; Kendini Sürekli Yenilemek.
Kendini yenilemek, ama nasıl?
Her gün öğrenmek.
Her gün, yeni bir şey öğrenmek.
Yapacağın her işte, o işin heyecanını duymak. Nasıl?
Elbette ki yaptıklarının bilincinde olmak ile.
Neden yapıyoruz tüm bunları?
Bir dergi satmak,
Bir pankart yazmak,
Bir basın açıklaması yazmak,
Bir toplantıya katılmak,
Bir aile ziyaretine gitmek…
Hepsinin bir amacı vardır.
Hepsi devrim için, hepsi devrime hizmet etmesi içindir.
Yani anahtar; “En Sıradan İşi, Sıradan Olmayan Bir Coşku ve Motivasyonla Yapmak”.
Devrimci Mücadelenin En Temel Doğrusudur.
Devrimciliği Besleyen Atar Damardır Bu Duygu.
Devrimciliğin Hayat Damarıdır Bu Duygu.
Bu Kesilirse Ölür Devrim ve Devrimcilik.
Yaptığımız her işten bir coşku duymak. İşte devrimciliğin anahtarı burada. En sıradan işleri en sıra dışı duygularla yapmak. Sıradan birer devrimci olarak, bir sıra neferi olarak, dev uluslararası tekellerin, koskoca emperyalist ülkelerin ve faşizmin önünde boyun eğmiyorsak, “Yaşamın Her Anı Bizi Doğruladığı İçindir”.
Yüz yıldan fazladır, kaynıyor bu savaş dünyanın orta yerinde.
“Çağımız emperyalizm ve proleter devrimler çağıdır” demiş ustalarımız.
Yüz yıldır kaynıyor suyu bu savaşın.
Sorun, bizim yeterince öfke duymamızda kurulu düzene.
Sorun, bizim yıkacak kadar sıra dışı olmamızda.
Bize bu gücü verecek olan sıradan olmamamızdır.
İşte bizi diri tutacak tek kaynak budur.
Bu gerçeğe sarılmak, sıkı sıkıya sarılmaktır yapmanız gereken.
Beynimiz çatlayıncaya kadar düşünmek, çözümler aramak, farklı alternatifler bulmak, işleri rutinlikten, pratiğin boğuculuğundan çıkartmak, bir heyecan katmak, bir ruh vermek, o işi monotonluktan kurtarmak bize bağlıdır. Bizim sürekli kendimizi yenilememize bağlıdır.
Aksi ölümdür. Aksi bitiştir. Aksi intihardır.
Beynin sınırı yoktur. Ancak beyni güçlendirmek bilgiden geçer.
Beynin bir iş üzerine düşünebilmesi ve yoğunlaşabilmesi, elindeki bilgilere bağlıdır. İşte bu bilgileri biriktirmek, arttırmak için sürekli kendimizi yenilemeliyiz.
Bilgi ve deneylerimizi biriktirir, bilgi ve deneylerimizi aktarırsak kişiden kişiye beyin kendi kendini sürekli üretmeye başlar.
Beynin kendi kendini üretebilir hale geldiğinde başarı şansı arttıkça artacaktır. Deneylerin, tecrübelerin, bilgi birikiminin artması, ideolojik netleşme, beyni daha üretken yapacaktır.
Hiçbir şey için hazır reçete yoktur. Ancak dünya devrimlerinden, kendi devrimciliğimizin deneylerinden, kendi kişisel yaşam ve mücadele deneyimlerimizden çıkardığımız sonuçlar ve dersler vardır. Bunlar ne kadar zengin olursa, beyin yaptığı işe o kadar yoğunlaşabilir. İşte bu nedenle sürekli kendimizi yenilemeliyiz.
*
MÜTEVAZILIK TERCİHE BAĞLI DEĞİL DEVRİMCİ BİR ZORUNLULUKTUR!
Mütevazılık, tercihe bağlı değil, devrimci bir zorunluluktur.
Zorunluluktur, çünkü mütevazı olunmadan Devrimci Bir Çalışma Yapmak Mümkün Değildir.
Zorunluluktur, çünkü mütevazılığın temeli eleştiri-özeleştiridir.
Zorunluluktur, Çünkü Gelişmenin Temeli Eleştiri-Özeleştiridir.
Eleştiri-özeleştiri olmadan “Gelişme” olmaz.
Mütevazı olmayanlar, özeleştiri yapamazlar.
Mütevazı olmayanlar, “Kesinlikle Devrimci Çalışma Yapamazlar”.
Evet, çalışma yapmak mümkündür.
Çalışır.
Birkaç kez sonuç alınır.
Ama “Tamamen Tesadüfî” sonuçlardır.
Ama o devrimci bir çalışma değildir.
Çünkü içinde devrimci ruh yoktur o çalışmanın.
Devrimcilik ve devrimci faaliyet esas olarak eleştiri-özeleştiri ve pratik üzerine kuruludur.
Her yapılan iş, her yapılan faaliyet eleştiri-özeleştiri ve yeniden pratik üzerine kuruludur. Bu bir seminer çalışmasından kitle çalışmasına, bir açıklamadan illegal bir faaliyete kadar “Her Yerde ve Her İş İçin Geçerlidir”.
Devrimci yaşam bunun üzerine kuruludur.
Mütevazı olmayanlar ise ASLA özeleştiri yapamazlar.
Kendilerine dokunmazlar ve dokundurtmazlar.
En fazla “hata yaptım, yanlış oldu, eksik bıraktım” derler.
Nedeni niçini yoktur elbette bunların.
Veya “daha iyi olabilirdi elbette…” gibi kendine hayranlığın en “Mütevazı” cümleleri de bunlardır.
Mütevazı olmayanlar kendi hataları konusunda adeta köstebek gibidirler. Ama başkalarının hataları söz konusu olduğunda kartal kesilirler. Bu nedenle de Yapıcı Bir Eleştiri Yapamazlar. Eleştirileri Dağıtıcı ve Yıkıcıdır.
Burunlarının ucunu görmezler.
Kendilerinden başka hiçbir ölçüleri olmadığı için giderek kendilerine hayran hale gelirler.
Her Şeyi Kendilerinden İbaret Görürler.
Ayrıca çok zekidirler.
Zeki olmak iyidir.
Devrimcilik için çok zekâ gerekmiyor.
Ortalama bir zekâ yeterlidir.
Biraz dikkat ve biraz yürek yeterlidir. Çünkü devrimcilikte esas olan her faaliyetten dersler çıkartmak ve yeniden yaptığımızda eski eksiklerimizi tamamlamaktır. Mütevazı olmayan birisi, asla eksik yaptığını kabul etmeyeceği için ders çıkartması da mümkün değildir.
Devrimciler savaşı savaş içinde öğrenirler.
Yenile yenile, yenmeyi öğrenirler.
Mütevazı olmayan, hiçbir yenilgideki sorumluluğunu kabul etmez. Bilmediğini hiç kabul etmez.
Bu nedenle de yeni bir şey öğrenemez. Ve bu nedenle hiç bir şekilde gelişemez.
Gelişmenin olmadığı yerde gerileme vardır.
Gerileme ise ölümdür.
Kendini öve öve yok edenlere tarih çok tanık olmuştur.
Devrimciliğin özü eleştiri-özeleştiridir.
Değişmenin ve değiştirmenin özü yeniden pratikte denemedir.
Devrimcilik yeniden yeni den denemektir.
Bıkmadan, cesaretini kaybetmeden, yeniden denemektir.
Her yenilgiden sonra tekrar denemenin; her yenilgiden sonra umutları büyütmenin, her yenilgiden sonra inancı diri tutmanın tek yoludur eleştiri-özeleştiri. Devrimciler, her hatadan sonra tekrar deneme gücünü, tarihten, hatalarından öğrendiklerinden alırlar. Mütevazı olmayanlar asla hatalarını kabul etmeyecekleri için umutlarını da koruyamazlar. Mütevazı olmayanlar eleştirileri kabul etmediklerinde ne olur ki… Hayat onların kabulü veya reddi ile akmaz.
Hayat kendi doğrularını yaşatmaya devam eder.
Hayatın dışında kalırlar.
Çünkü onlar hayata aykırıdırlar.
Mütevazılık hayatın kendisidir.
Mütevazılık hayatın en güçlü gerçeğidir.
Gerçekler yaşar.
Ölümsüz olan gerçeklerdir.
*
GÜN 24 SAAT
24 SAAT ÇOK, AMA ÇOK UZUN BİR ZAMAN
Her seferinde süslü püslü çalışma programları çıkartılır.
Büyük büyük kararlar alınır:
“Bir daha olmayacak…”, “Gelecek sefer böyle olmayacak…”
Ama bir süre sonra yine süreç kendini tekrar eder.
Ve yine aynı savunmalar başlar:
“İnsan Yok”, “Zaman Yok”, “İş Çok”…
Adeta bir tekerleme haline gelir.
Neden?
Neden kendini tekrar eder insanlar?
Aldığı kararlar hayata uymaz. Sahte umutlarla alınan kararlar hayata uymayınca, hemen moral bozulur. Ve “olmuyor” söylemleri artmaya başlar.
“Olmuyor” sadece moral bozmakla kalmaz, ciddi bir umutsuzluk oluşturur. Sadece o iş veya o olay olmamakla kalmaz; Bundan Sonra Olacağına Dair Umutlar Yitirilir. Ve asıl tehlike de o zaman başlar.
Yani ne yaparsak, biz yapıyoruz kendimize ve kararlarımıza.
Dışarıdan bir müdahaleye, faşizmin saldırılarına gerek bile kalmıyor bunun için.
Önce beynimizi yiyoruz. Düşünmeyi bir kenara bırakıyoruz.
Beynimizi devre dışı bırakınca bunun yerine önyargılar, inançsızlık, didişmeler veya tersi “vallahi billahi bir daha yapmayacağım”, “nasıl böyle oldu anlamadım” veya benzeri tortular çıkıyor ortaya.
Devrimci bilinçle, devrimci eğitimle değiştirmeye çalıştığımız yanlışlarımız, “Beynimizi Devre Dışı Bırakınca”, dibe çöken tortunun yeniden su yüzüne çıkması gibi dilimize dolanıveriyor.
“Tortu” hemen su yüzüne çıkıyor ve çok kısa bir sürede bütün vücuda yayılıyor ve gelip dayanıyoruz beynimizin kapısına.
Dilde başlıyor önce;
Bilinçsizce…
Düşünmeden…
Dilimizin Ucuna Gelen Her Şeyi Söyleyiveriyoruz.
Bunun adı bazen mazeret, bazen kendini savunma, bazen durumu açıklama, ama özü hep aynı: Tortu.
Dilde kalmıyor ama tortu.
Söyleye söyleye öylesine meşrulaşıyor ki, gelip dayanıyor beynimizin kapısına.
“Düşünme” diyor.
“Çözme” diyor.
“Mümkün değil” diyor.
“Olmaz” diyor.
Biz kendimiz yiyoruz kendimizi.
Ve en sonunda beynimize dayanıyor. Orada “dur” demeliyiz.
Orada “dur tortu”. Bu kadar değil. Beynimiz hala bizim.
Her sorunun mutlaka bir çözümü vardır. Her sorun, çözümü de kendi içinde barındırır.
“Sorun ne?” Önce bunu anlamak, doğru anlamak gerekiyor.
Program mı? Disiplin mi? İnanç mı? Umut mu?
Ve tersi mi… Programsızlık mı? Disiplinsizlik mi? İnançsızlık mı? Umutsuzluk mu?
Sorun ne ise, onu ortaya çıkartmak önemli. Hepsi gelip gerçekler ve gerçekçilik üzerinde düğümleniyor. Programımız gerçekçi olmalı.
Disiplinimiz gerçekçi olmalı.
İnancımız somut olmalı, elle tutulur yani gerçek olmalı.
Umudumuz gerçek olmalı.
O zaman işe gerçekçi olarak başlamalıyız.
Basit ve sade ve gerçekçi önlemlerle çözeceğiz. Küçük küçük adımlarla çözeceğiz.
Madem “Devrim kitlelerin eseridir” diyoruz, Madem “Her şey kitlelerde” diyoruz, Madem “Tüm sorunların çözüm anahtarı kitleler” diyoruz, o zaman oradan başlayabiliriz.
Gün 24 saat ve 24 saat hiç kısa bir zaman değil.
On saati sizin olsun, uyku dâhil on saatini kullanır bir insan.
Geriye kalıyor 14 saat.
Bu 14 saatin 7 saatini, o hiç dilimizden düşürmediğimiz; “Günlük Pratik”,
“Günlük Pratiğe Dalıp Bunu Yapmadık”,
“Bunu Örgütlemedik”… vb. Mazeretler İçin Kullanın.
Geriye 7 Saat Kalıyor.
Sadece bu yedi saati verimli değerlendirdiğimizde bile neler olabileceğini göreceğiz.
Yedi saat; bunu sokak sokak çalışma için, ev ev çalışma için, değerlendirdiğinizi düşünün. 7 koca saat. Göreceksiniz mutlaka sonuç alacaksınız.
Başka sihirli bir el gelip çözmeyecek sorunlarımızı.
Yoksa tek seçenek, hayalci bir beklentiye kapılıp kendi bitişimizi seyretmek kalıyor geriye.
Elbette ki hemen iki günde, on günde olağanüstü sonuçlar alamayacağız. İnce, küçük, sayısız ayrıntı çıkacak karşımıza. Hepsini çöze çöze gideceğiz.
Beynimize sahip çıkmalıyız.
Beyin çok güzel bir organdır.
Beynimizi kullanmalıyız.
24 saat, çok çok uzun bir zaman.
Ya gerçekçi olacağız, gerçekleri söyleyeceğiz, devrimi büyüteceğiz; ya yalanlar imparatorluğuna teslim olacağız.
Gerçekleri tercih etmeliyiz.
*
KIRILMAYAN BİR CESARET BİTMEYEN ve YENİDEN YENİDEN DENEME ISRARI
İş çok… Adam yok… Zaman yok…
Aslında Olmayan Sadece Bunlar mı Gerçekten?
Keşke öyle olsa.
Keşke zaman olmasa.
Keşke adam olmasa.
Keşke iş çok olsa.
Eğer gerçekten eksik buysa, çözümü basittir.
Zaman yoksa ne güzel işte; hiç boş zaman yok, her anı, her saniyesi dolu bir devrimci yaşam.
İş çoksa, bir yerden başlayacaksın yapmaya demektir.
Ama gerçekten olmayan bunlar mı?
Hayır, olmayan bunlar değil.
Eksik Olan Devrimci İstektir.
Eksik Olan Devrimci Ruhtur.
Kübalılar 12 Kişi İle Bir Ülke Kurdular.
Sadece 12 (On İki) Kişi İle…
Başlangıçta 82 devrimciydiler.
Bir gemide 82 kişi.
Karaya ayak bastıklarında 12 kişi kaldılar.
Ama yanlarında umutları vardır, kırılamayan cesaretleri vardır. Ve esas olarak devrimci ruh ve istekleri vardır.
Eğer bu varsa; insan, zaman, iş sorunlarını çözmek mümkündür.
“Her Sorunu Hemen Çözeriz” Gibi Bir İddiamız Yoktur.
Ama Her Sorunun Nasıl Çözüleceğini Biliriz.
Bildikten Sonra Çözüm Kolaydır.
Biz Hangi Sorunu, Nasıl Çözeceğimizi Biliyoruz.
Gücümüz Buradan Geliyor.
İdeolojimiz vardır; yüzlerce yıllık tarihsel kökleri olan ideolojimiz.
Deneylerimiz vardır; her birinin bedelini yaşamımızla ödediğimiz, canlı, dinamik deneylerimiz. Nasıl çözeceğiz?
İdeolojimize, tarihimize ve kendimize güveneceğiz.
Kendimize güveneceğiz elbette, ama yetmez.
En az kendimize güvendiğimiz kadar halka da güveneceğiz.
Sorunların çözümünün kaynağı burada, “Halka Güvenmektedir”.
Halka güvenmek, halkı eğitmektir.
Halka güvenmek, halka öğretmektir.
Siz ona neyi, nasıl yapacağını kavratırsanız, anlatırsanız; onlar “Sınırsız Yaratıcılıkları” ile sizin emeğinizi katbekat öderler.
Yaratıcılıkların Sınırsızlığı İle Devrimleri Yapan Onlardır.
Gerektiğinde milyon milyon ölürler.
Alman faşizmini, dünyanın tüm emperyalist güçlerini dize getirmek için; tam yirmi milyon Sovyet insanı ölmüştür.
Yirmi milyon!
Saya saya bitiremezsiniz. Yirmi milyon kişi ölerek faşizmi yenmiş ve ülkelerini kurtarmışlardır. Deneyin, sayı sayarak kaça kadar sayarsınız içinizden…
Yirmi milyonu sayamazsınız.
Eksik olan ruh ve motivasyonu devrimcilere verecek olan da halktır.
Onlardan öğreneceğiz.
Onlara öğreteceğiz.
Bilgi halk için hayati öneme sahiptir.
Tıpkı susuzluk gibi, öldürür insanı bilgisizlik.
Cahillik, susuzluk kadar tehlikelidir.
Öğretin onlara, anlatın. Bıkmadan yorulmadan anlatın.
Devrimcilik asla bir avuç “seçkin”, “zeki” insanın işi değildir.
Devrimcilerde bunlardan çok daha ötesi ve fazlası vardır. Onlarda kırılmayan bir cesaret vardır, kimse kıramaz bu cesareti. Bazen korkutur, sindirirler belki. Ama şimdiye kadar bu cesareti kırmayı başaran zorbayı duymadık, görmedik. Hep yeniden yeniden denerler. Çünkü hayatı üreten onlardır. Umutları da, cesareti de üreten hayattır.
Cesaretsizleri ve umutsuzları dikkate almayın!
Cesaretsizleri ve umutsuzları saymayın!
Onlar yaşamıyordur.
*
HEMEN HEMEN HER ŞEY BİZE BAĞLIDIR
“Demek ki kendi gerçeğimize denk düşen kararlar almadık”, sık başvurulan bir mazerettir.
Bu mazeretçiler, “gerçekçilik” derken; geri, en geri kararları kastederler.
Olabildiğince geriye çekmek isterler her şeyi.
Bunun arkasında, iflah olmaz bir kendiliğindencilik vardır aslında.
Bunun ardında, iflah olmaz bir tembellik vardır.
Hemen her şey bize bağlıdır.
Hemen her şey bizim çalışmamıza bağlıdır.
Karar Almak Yetmez.
Gerçekçi Karar Almak da Yetmez!
Bunların ikisi olduğunda da sonuç alınamayabilir.
Sonuç ve başarı sökülüp alınacaktır.
Tırnakla kazınarak alınacaktır.
Yılların deneyine sahibiz.
Bu deneyler, bize bir işi örgütlemek için gerekli ve yeterli iki şeyin olduğunu gösteriyor:
A- Bir örgüt yaratmak; komite, komisyon veya iki kişiyi bir araya getirmek ve örgüt kurmak…
İki kişi de olsa, hatta bazen tek kişi olur. Ama hedefi iki kişi olmaktır onun da.
B- Yönetici. Bunların ikisi yoksa örgüt yoktur.
Asıl sorumluluk da yöneticiye düşer.
Yönetici canlı, diri, somut olmalıdır.
Anlatmalı, nasıl yapılacağını ayrıntılı somutlamalıdır.
Kendisi yapacak gibi anlatmalıdır.
Ve tekrar ettirmelidir. Evet, evet tekrar ettirmelidir.
Bunu yapmalıdır ki, komitenin komisyonun anladığından ve yapabileceğinden emin olsun.
Cevabı bilinen basit sorular sormak, asla yöneticilik değildir.
“Gittiniz mi?”, “Geldiniz mi?”, “Yaptınız mı?”, “Eee ne oldu, anlat”…
Bu tarz sorular çok yaygındır, fakat bu tarz devrimci değildir.
Veya sert olmak, kızmak, bağırmak; en sık başvurulan müthiş yöntemlerden birisi de budur. Bu aslında yöneticinin zavallılığıdır.
Yönetemediğinin en açık kanıtıdır.
Veya genel geçer şekilde bir işi anlatan yöneticiler vardır. Hem örgüte, hem yönettiği kişilere karşı böyledirler. Elinden bir işi düzenlemek ve yönetmek gelmeyen insan tipidir aslında bu. Genel geçer
“Her Söylemin Arkasında” bu vardır. Bu türler aslında her işi bitmez tükenmez dolambaçlı anlatımlarla boğarlar ve sonuç çıkmaz. Hiçbir işten sonuç çıkmaz bu kişilerde.
Bu tür kişiler genellikle kişisel sorumluluktan yoksundur. Böyle bir sorumluluk duyguları asla yoktur. Çünkü hep başkaları yapamıyordur. Kendilerinde asla bir kusur, bir eksik yoktur. Özeleştiri nedir asla bilmezler ve hep yapamayanlar özeleştiri vermelidir.
Evet, “Hemen Her Şey Bize Bağlıdır”.
Bu tür yöneticilerde de, pratik faaliyeti yürüten tek tek insanlarda da “Her Şey Bize Bağlıdır”.
Bunu aşmanın tek yolu vardır: Yoğunlaşmak.
Hem düşüncede, hem emekte yoğunlaşmak.
Zaten düşüncede yoğunlaşmayanlar bir işe emek veremezler.
“Nasıl olacak?”
“Nasıl yapacağız?” konusunda ayrıntılı düşünmenin, en sıradan işi bile devrimci bir heyecanla yapmanın tek yolu budur; yoğunlaşmak.
“Nasıl” sorusu bile ciddi bir yoğunlaşmanın, ciddi bir emeğin ürünü olan cevapları doğuracaktır.
Bu yoğunlaşma; hem fiziki olarak, hem düşünce olarak emek vermektir.
Emek vermek, düşünmek ve yoğunlaşmak, büyük bir istekle beslenir.
Bu isteği besleyen ise umuttur, inançtır.
Hemen bütün sorunlarımız çözülecek mi? Elbette, hemen çözülmez.
Ama büyük oranda çözüm yoluna girer. Bu yolda elbette ki; yine çukurlar, tepeler çamurlar, zorluklar vardır. Ama aşmanın tek yolu budur. Emek dışında, en yoğun emek dışında başka da bir yolu yoktur. Her çukurda, her çamurda, yeniden kalkarak yine aynı yoğunlukla devam etmek; tek yol budur.
*
ÖRGÜTLEMEK ANLATMAK ve İKNA ETMEKTİR
Halk içinde etki gücümüzü geliştirecek, halkı siyasallaştırıp devrimcileştirecek ve eyleme sevk edecek tek şey yürüttüğümüz kitle çalışmasıdır. Yani propagandadır, ajitasyondur.
Çünkü kitleleri kazanmanın yolu onların duygu ve düşüncelerini kazanmaktır.
Çünkü kitleleri eyleme geçirmenin yolu onların duygu ve düşüncelerini kazanmaktır.
Duygu ve düşünceleri kazanmak ise ajitasyon ve propagandayla mümkündür.
Ajitasyon esas olarak duygulara hitap etmektir.
Temel işlevi kitleleri eyleme kaldırmaktır.
Propaganda ise düşünceye hitap etmektir.
Temel işlevi kitlelerin düşünce ve davranışlarını değiştirmektir.
Düzenin etkisi altındaki kitlelerin duygu ve düşüncelerini etkilemeden, bunları değiştirip kazanmadan kitleleri kazanamayız.
Bu yüzden devrimci faaliyetin
en temel çalışması; yazılı, sözlü, eylemli ajitasyon ve propaganda çalışmasıdır.
Bunun için gerekli her türlü araca sahibiz; fotokopi, pankart, afiş, bayrak, bildiri… Tüm bunları etkili şekilde kullanabilmeliyiz.
Ama aslolan, asıl araç en önemli araç; dilimizdir.
Yani sözlü anlatımdır, önemli olan.
Tek tek, ev ev yapacağımız sözlü anlatımla birebir ilişki ile…
Sözlü ajitasyon ve propaganda çalışmaları mutlaka bölge-birim örgütleri tarafından merkezi olarak ele alınmalı ve merkezi olarak uygulamalıyız.
Halka bir gelişme karşısında ne anlatacağız?
Nasıl anlatacağız? Hangi sloganları kullanacağız?
Bunları düşünmeli, en sade hali ile bunları belirlemeli ve çalışma yapan arkadaşlarımıza anlatmalıyız.
Yani onların diline söz vermeliyiz.
Bu sözler, kelimeler gerçeğin gücü ile yüklü olmalıdır.
Sözlü, yazılı kitle çalışmalarında da her çalışmada olduğu gibi somutluk ve güncellik belirleyicidir.
Bu anlamda gündemdeki konu hakkında ya da genel olarak devrimcilik hakkında sıradan insanlar ne düşünüyor, neye nasıl yaklaşıyor, hiç abartıp çarpıtmadan, tamamen somut olarak saptamak son derece önemlidir.
Bunlar bilinmeden geliştirilecek ajitasyon propaganda etkisiz kalır. Hatta ters sonuçlar doğurur.
Örneğin, 1989’larda İstanbul Ümraniye Mahallesi’nde çöplüğün kaldırılması talebi etrafında ajitasyon-propaganda çalışması başlatılmıştır. Çöplük ciddi bir sağlık sorunu yaratmaktadır. Pis bir koku her tarafı kaplamaktadır. Bunlar gözetilerek çöplüğün kaldırılmasının halkın talebi olduğu düşünülmüştür. Fakat bu çalışma halktan yoğun tepki almış, devrimcileri mahalleden kovmaya kadar iş varmıştır. Sorunun nedeni araştırıldığında; çöpün mahallenin geçim kaynağı olduğu, mahalle halkının çöpten çıkanları toplayıp satarak geçindiği ortaya çıkmıştır.
Doğal olarak halk geçim olanaklarının elinden alınması doğrultusunda bir faaliyete olanak tanımamıştır. Somut, gerçekçi araştırmalar yapılmadığında bu tür şeylerle karşılaşmak mümkündür.
Kitlelerin talepleri ve düşüncelerini somut, canlı olarak tespit etmeliyiz.
Bölük pörçük ve bir sistemden yoksun bu düşünce ve talepler derlenip-toparlanarak, bir sisteme bağlanarak yeniden üretilmeli ve kitlelere geri götürülmelidir.
Kitleler, bizim onlara götürdüğümüz düşüncelerde kendi düşüncelerini daha sistemleştirilmiş ve daha mantıklı hale getirilmiş hali ile bulmalıdır. “Bu benim düşündüğüm, ama tam olarak ifade edemediğim şeydir” diyebilmelidir.
Bunu başardığımızda kitlelerin bizim düşüncemizi benimsemesi zor olmayacaktır. İkna gücümüz büyük oranda artacaktır.
Örneğin; propaganda-ajitasyonumuza karşı “halkın direnç noktaları somut olarak nedir?” sorusunu kendimize soralım ve buna uygun politikalar geliştirelim.
Öyle politikalar geliştirelim ki; direnç kırılsın, kitleler iknaya daha açık hale gelsin.
Biz örneğimizde bu direnç noktalarından en önemlilerinden birini ele alalım: Bu hemen hepimizin karşılaştığı kitlelerdeki “başaramayacağımız” inancıdır. Halk genellikle amacımızı anlıyor ve “iyi bir şey” diyor.
Bunu kabul ettirmek pek zor olmuyor.
Zaten halk arasında mevcut düzenden memnun birini bulmak pek mümkün değildir.
Halkta değişim isteği yoğundur.
Onun isteklerine denk düşen bir düzen önerisini kabullenmesi bu nedenle zor olmuyor. Ama “başaramazsınız” diyor. Bunun karşısında kuru kuru “başarırız” demek pek anlamlı değildir. Elbette bunu yüksek bir inançla söylemek bir etki yaratır, ama o kadar…
Aslolan nasıl başaracağımızı anlaşılır bir açıklıkla, ikna edici bir tarzda anlatabilmektir.
Bunu yapabilmenin ilk şartı halkın bu düşüncesinin altında yatan gerçekleri kabul etmektir.
Halk boş konuşmuyor. Ciddi gerekçeleri vardır. Örneğin; oligarşinin devasa örgütlenmesini, yüz binlerle ifade edilen polisini, ordusunu, ekonomik-ideolojik-siyasi olanaklarını dikkate alıyordur. Gerçekten de oligarşi bu yönleriyle bizden binlerce kez güçlüdür. Ve yıkılmaz olarak görünür.
Halk “başaramazsınız” derken bu güç dengesini düşünüyor.
Biz de nasıl başaracağımızı anlatırken bu güç dengesinin farkında olduğumuzu ama oligarşinin gücünün göründüğü gibi olmadığını, neticede bir avuç insan olduğunu, halkın bilinçsizliği ve örgütsüzlüğü nedeniyle güçlü göründüğünü, milyonlarca halkı örgütlediğimizde yapabileceği hiçbir şeyin kalmayacağını, tankı topu kullananların da neticede halk çocukları olduğunu, halkı örgütlediğimizde onların da örgütleneceğini anlatabilmeliyiz. Somut örneklerle bunu pekiştirebilmeliyiz.
Kitlelerin durumu somut olarak ele alındığında böyle birçok direniş noktası bulunabilir. Kitleler karşımıza bazen “sosyalizm iyi bir şey olsa yıkılmazdı” diye çıkar, bazen burjuva politikacılarla bizi özdeşleştirip “bizi kandırmaya çalışıyorsunuz, kandıramazsınız” diye çıkar, bazen “bu halk için değmez” diye çıkar… Bütün bu somut gerçeklerden hiç kaçmadan, düşünüp taşınarak, örgütlenmelerimiz içinde politikalar üreterek, açık-net, anlaşılır cevaplarla kitlelere gitmeliyiz.
Örneğin bize “bu halk için değmez” diyenlerin bizzat kendilerinin halk olduğunu, bunu demekle kendi kendini inkâr ettiğini ve aşağıladığını, yine devrimcilerin de halk olduğunu, dolayısıyla bunca kahramanlık destanı yaratanların halktan başka bir şey olmadığını, bütün bunlar dikkate alındığında bu sözün ne kadar yanlış bir söz olduğunu anlatabiliriz.
Ajitasyon-propaganda çalışması olarak genelde yapılan dergi dağıtımı, arada bir bildiri dağıtımı ve sınırlı sayıda insana yapılan sözlü çalışmalardır. Merkezi olarak çıkartılan dergi, özel sayı, açıklamalar bile tam olarak dağıtılmamaktadır. Bunlar kesinlikle yetersizdir. Bunlarla sınırlı kaldığımız sürece kitleleri örgütleyebilmemiz zordur. Kitlelere doğru düşünceleri götürmenin her türlü biçimi yaratıcı bir tarzda uygulanmalıdır. Unutulmamalıdır ki; her gün çok çeşitli gelişmeler olmakta ve kitleler bizim bu konularda ne düşündüğümüzü merak etmektedir. Bir merak olmasa bile, bizim her konuda ne düşündüğümüzü kitlelere götürmek görevimizdir.
Gelişmeler sadece genel gelişmelerle de sınırlı kalmamaktadır. Her bölgede, birimde kendine özgü ve kitlelerde hassasiyet yaratan gelişmeler olmakta, çelişkiler yaşanmaktadır. Kitleler kahvelerde, otobüslerde, sokaklarda bunları tartışmaktadır.
Bunları mutlaka biz de tartışmalı ve kitlelere doğruyu kavratmalıyız.
Örneğin bir yoksul mahallesinde ilkokul öğrencilerine polisin giyecek dağıtması gibi olaylar yaşanmaktadır. Bu bir “psikolojik savaş” faaliyetidir. Bu gibi durumlarda anında kitlelere düşüncelerimizi iletmeliyiz. Merkezi yayınlarda bunlar ele alınmayabilir.
Alınsa da biz birim olarak sıcağı sıcağına düşüncelerimizi kitlelere götürürsek daha etkili olacaktır. Her birimde böyle birçok gelişme, halkın tartıştığı birçok olay olabilir. Bunlara hızla müdahale etmek ve bunlar etrafında, etkili bir ajitasyon-propaganda yürütmek her örgütlenmenin ve devrimcinin görevidir. Ve bunlar ciddi bir çalışmanın ve örgütsel kararın ürünü olmalıdır. Kitleler içindeki arkadaşlarımızın pratik zekâsına ve inisiyatifine bırakılmamalıdır.
*
KARA CAHİLLER YANİ SEKTERLER
Kitleler arasında çalışmamızı en çok zaafa uğratan, örgütlenmelerimizi daraltan ve kitlelerden kopartan, örgütlenmemizin en geniş kitlelerle bağını tahrip eden tutumların başında sekterlik gelir.
Sekterlik küçük burjuvaziye has bir davranış biçimidir.
Ülkemizde küçük burjuvazi oldukça yaygın olduğundan ve sol saflarda önemli ölçüde yer aldığından ve daha önemlisi kültürel -ideolojik etkisi çok yoğun olduğundan kitle çalışmasında sekter tavırlara sıkça rastlarız.
Bunların en önde gelen özellikleri kibirlilikleridir.
Kendilerine özel misyonlar yakıştırırlar.
Kendilerini halkın ve başka devrimcilerin üstünde görürler.
Halkın bir parçası olduklarını, daha dün sıradan bir insan olduklarını unuturlar.
Bu nedenle halka güvensizdirler.
Örgütlenme yapmazlar.
İlişkileri hep örgütlenmek için “yetersizdir”.
Yürüttükleri ilişkiler örgütlü ilişkiye dönüşmek için bir türlü yeterli hale gelmez.
Durmadan bahane bulurlar.
Bilmezler ki, devrimcilik de marifet, sıradan insanları bile örgütlü ilişkiler içine alıp devrime hizmet etmelerini sağlamaktır.
Çokbilmiş, keskin devrimci geçinirler.
Ama aslında birer kara cahildirler.
Özellikle kitlelerin durumunu somut olarak tahlil edemezler.
Kitlelere somut, gerçekçi yaklaşımda bulunamazlar.
Bütün dünyaları ezberledikleri bir kaç teorik doğru ile doludur.
Kendi subjektif düşüncelerini gerçeklerin yerine koyarlar. Örneğin hem kitleleri beğenmezler hem de kitlelerin bilincini gerçek olanın ilerisinde algılarlar. Elbette kitle çalışmasında bu nedenle başarısızlığa uğrarlar. Gerçekler her zaman baskın çıkacağından sık sık moral bozukluğuna ve hayal kırıklığına sürüklenirler.
Yürüttükleri ilişkileri birer umutsuz vaka gibi anlatmaya başlarlar.
Bu karamsarlık giderek halkı kapsayacak şekilde genişler.
Onlar için zamanla, halk da umutsuz bir vaka olur. Dolayısıyla devrimin bu halk ile yapılacağına sözde inanır görünürler, ama gerçekte inanmazlar. Doğal olarak devrime de inançsızlaşırlar.
Aşırı keskinlik karamsarlığa, inançsızlığa ve kendine güvensizliğe dönüşür. ” Bu halk adam olmaz” teorileri yapmaya başlarlar.
Kara cahildirler ama kitlelerden öğrenmeyi de bilmezler.
Çokbilmişlikleri ve keskinlikleri buna engel olur. Veya bunu kendilerine yakıştıramazlar. Bu nedenle kitlelerin isteklerine ve ihtiyaçlarına cevap veremezler.
Kendi kişisel istek ve ihtiyaçlarını kitlelerin istek ve ihtiyaçlarının yerine koyarlar. Ya da basit günlük sorunlar için mücadeleyi hafife alırlar. Büyük amaçlar uğruna mücadele için var olduklarını düşünürler ama büyük amaçlara basit günlük sorunlar uğruna mücadeleden geçerek ulaşılacağını bilmezler. Daha da önemlisi kitleler olmadan büyük amaçlara ulaşılamayacağını bir türlü anlamak istemezler.
Kitle ilişkileri onu kabul ediyordur, ama başkalarını kabul etmez. Örgütlü ilişkileri hiç kabul etmez. Bu bahaneye sık sık başvururlar. İşin garibi bundan da mutlu olurlar. Bunun kendileri için bir aşağılama olduğunun farkında değildirler. Ben nasıl böyle durumlar yaratıyorum, ilişkilerimde neden bireysel bağlılıklar ön planda oluyor, neden ilişkilerim siyasallaşmıyor ve örgütlü ilişkiye dönüşmüyor diye kendilerini sorgulamazlar. Kısaca değindiğimiz sekterliğin kitlelere yaklaşım da ortaya çıkan bu tür bazı özelliklerine başkalarını da ekleyebiliriz.
Ama gereksiz. Bunlar ve bunlar gibi özellikleri nedeniyle sekterler daima kitle bağlarını zayıflatıcı, devrime zarar verici unsurlar olarak yaşarlar. Buna karşı mücadelenin yolu, onlara somut, gerçekçi bir bakış açısı kazandırmaktır. En başta, başka halk olmadığını, devrimi “beğenmedikleri” bu halkla yapacağımızı bilince çıkarmalarını, yüreklerinin derinliklerinde hissetmelerini sağlamaktır. Devrime inanıyorlarsa, hiç lafı dolandırmadan, halkı örgütlemeyi başaracaklar!
İlişki beğenmemezlik etmeyecekler. Bize selam verene dahi büyük önem verecekler. Selam verenleri örgütlü, militan bir ilişkiye nasıl çeviririm diye gecelerini gündüzlerine katacaklar.
Bunu başardığımızda sekterliği yenmeyi de başarmışız demektir.
*
KİTLELERİ ÖRGÜTLEMEMİZ İÇİN DÜZEN YETERİNCE SEBEP YARATIYOR
Kitleleri örgütleme sorunu temel faaliyetimizdir.
Düzen kitleleri örgütlememiz için bize her türlü olanağı sunuyor.
Faşizm kitlelerin tepkisini çekmeden tek bir adım atma yeteneğine bile sahip değildir. Bir okulda… Bir hastanede…
Yolda…
Otobüste, pazarda kitlelere ters düşmeden, kitleleri hiçe saymadan, hatta öldürmeden, baskı yapmadan tek bir adım atamaz. Varlık nedeni budur zaten devletin. Ve ne zaman, devlet kapısına düşse halk, görür kendisine hiç değer verilmediğini. Zerre kadar bir önemi olmadığını hemen görür.
Her adımda kitlelerin çıkarlarına ters düşerek, onları düzenin karşısında yer almaya sistem kendisi zorlar zaten.
Kitlelerin çıkarı ile egemenlerin çıkarı farklı yerlerdedir çünkü.
Sistem bunun üzerine kuruludur.
Sistem kitleleri öldürmeden, hiçe saymadan, onları aç bırakmadan, işsiz bırakmadan, yoksul yoksun bırakmadan, adaletsiz bırakmadan egemenleri doyuramaz.
Egemenler var olamaz başka türlü.
Onların varlık nedeni bizim yoksunluklarımızdır.
İşçilere yaklaşımı böyledir.
Memurlara yaklaşımı böyledir.
Köylülere, gençlere yaklaşımı böyledir.
Tüm sınıf ve tabakalara yaklaşımı böyledir.
Bütün iktidarlar, sadece bir avuç oligarşinin çıkarlarına hizmet etmektedir.
Oligarşinin çıkarlarına olan ise kaçınılmaz olarak halkın zararınadır.
Bu yüzden, her gün yüzbinler, açlar ordusuna katılmaktadır.
Ve halkta geniş bir tepki ortaya çıkmaktadır.
Halkın tepkileri karşısında faşizmin tek silahı ise baskı ve terörle sindirmektir.
Bu tablodan halkın memnun olması, her gün daha çok öfke biriktirmemesi, mümkün değildir.
Devrimciler bu tepkiyi örgütleme çabasını elden bırakmadıkları sürece, er geç başarıya ulaşacaklardır.
Yeter ki iddiamızı yitirmeyelim.
Halkın yaşadığı evlere, iş yerlerine, örgütlendiği derneklere sendikalara girelim.
Bu gerici, bu ilerici demeyelim.
Kitleler neredeyse orada çalışalım. Kitlelerin hayatına girelim.
Somut günlük sorunlarını devrimci tarzda ele alarak çözmeye çalışalım…
Mutlaka onları örgütleriz.
Halk büyük çoğunlukla burjuva partilerin ardından gidebilir.
Yozlaşma, apolitikleşme, çürüme yaygın olabilir.
Bunlar aşılmayacak sorunlar değildir.
Yeter ki biz yozlaşmayalım.
Durduğumuz yerde sağlam duralım; tavrımızla, kültürümüzle, ahlakımızla, kararlılığımızla, ideolojik sağlamlığımızla, politika üretme yeteneğimizle dimdik ayakta duralım.
Kimilerinin yaptığı gibi yaşamak için ideallerimizi öldürmeyelim.
Aksine, kahramanlarımızın yolundan giderek ideallerimizi yaşatmak için gerekirse ölmeyi bilelim.
Er geç kitleler bizi görecektir.
Kitlelere gidelim.
Onlarla diyalog kuralım.
Doğru düşünceleri bıkmadan, usanmadan anlatalım.
Sosyal ilişkileri kolay kuran insanlar gibi davranalım.
Onlarla tartışalım.
Güncel, politik gelişmeler üzerine ne düşündüklerini soralım.
Her konu, düşüncelerimizi aktarmak için bir fırsattır.
İnsanlar bizimle tartışmaktan çekiniyorsa, neden çekindiğini tartışalım.
Çekingenliği atmalarını sağlayacak politikalar üretelim.
Görüşlerimizi doğru aktarmayı bilirsek, belli bir ikna gücüne sahipsek, mutlaka sonuç alırız.
Bizim görüşlerimiz son derece ikna edici, gerçekçi ve istek yaratıcıdır.
Halkın talep ve isteklerinin en yetkin şekilde formüle edilmiş halidir.
Elbette nerede, kime nasıl yaklaşacağımızı bilmek, görüşlerimizi doğru olarak aktarmak ve ikna gücüne sahip olmak için de deney yaşamak gerekir.
Bu nedenle yanlış yapmaktan korkmamalıyız.
Birincide olmazsa, üçüncüde başaracağımızı bilmeliyiz.
Yeter ki cesur davranalım.
Oligarşinin bizi itmek istediği davranış biçimlerine hapsolmayalı m.
Oligarşi bizi içine kapanık, kendi dünyasında debelenen, asosyal, kitlelerle bağı kopuk, kendini sürekli baskı altında hisseden, kendine güvensiz insanlar yapmak istiyor.
Kitlelerden ne kadar koparsak, bu tipe o kadar yaklaşır, bu tuzağa o kadar düşeriz. Ve oligarşi karşısında daha da güçsüzleşiriz.
Bir kez daha vurgulayalım; bizim tek gücümüz kitlelerdir.
Kitlelerle birleştiğimizde, aşamayacağımız engel yoktur.
Ama kitlelerden koptuğumuzda da bir vurumluk canımız vardır. O halde güçlü olmak mı istiyorsunuz, sosyal siyasal gelişmeleri etkilemek mi istiyorsunuz, sorunlara çözüm mü bulmak istiyorsunuz, olanak mı yaratmak istiyorsunuz ve en nihayet devrim mi yapmak istiyorsunuz?
Kitlelere Gidelim… Gidelim ve onları örgütleyelim! Gecemiz, gündüzümüz, her anımız kitlelerle iç içe ve onları örgütleme çabası içinde geçsin. Okullarda, mahallelerde konuşmadık, tartışmadık, öneri getirmedik tek kişi bırakmayalım.
Tek kişi kalmasını bir onur sorunu yapalım.
Göreceksiniz, başaracağız.
*
KAMPANYA EMEĞİMİZDİR!
KAMPANYA UMUTLARIMIZDIR!
Kampanya, en kısa tanımıyla belli bir süreçte, belli bir sorunu, talebi ön plana çıkardığımız faaliyetlerimizin bütünüdür.
Kısa dönemli hayata geçirdiğimiz programlarımızdır.
Kampanyaları en kaba haliyle ikiye ayırabiliriz.
Birincisi; belli bir konuyu, olayı, gelişmeyi ele alıp, bunu değişik mücadele biçimleri ve araçlarıyla halkın gündemine sokmaya çalışırız.
İkincisi; halkın gündeminde olan bir konuyu, olayı, devrimci savaşın çıkarlarıyla, iktidar perspektifiyle birleştirip daha geniş halk kesimlerine ulaştırmaya ve örgütlenmeye çalışırız.
Kampanyalar, en zengin, en cüretli, en politik, en yaratıcı yöntemlerimizi hayata geçirdiğimiz, en çok yoğunlaştığımız anlardır.
Kampanyalarda sonuç yaratacak olan kitlelerin güncel taleplerine cevap verebilmesi, düşmanın güncel politikalarını boşa çıkarabilmesidir.
Kampanyalar hem tüm alan ve birimlerin koordineli olarak aynı hedef doğrultusunda harekete geçtiği bir dönem, hem de her alanın kendi çapında bir atılımıdır.
Yani, kampanyalarda tek yürek oluruz.
Tek beyin oluruz.
Tek yumruk oluruz.
İşte bu anlar en yürekli, en cüretli olduğumuz dönemlerdir.
Hem hep birlikte yarattığımız, hem tek tek çabalarımızı yoğunlaştırdığımız, en enerjik olduğumuz zamanlardır.
Kampanyalar Atılımdır.
Çünkü kampanyalarda var olan güçlerimizi, en uygun biçimde istihdam ederiz.
Hareketsiz güçlerimizi harekete geçirir, potansiyel gücümüzün ise açığa çıkmasını sağlarız.
Bir kartopu misali kar içinde yuvarlandıkça büyürüz.
İlk baştaki sınırlı güçlerimiz kampanya sonrasında genişler.
Küçük bir güçle büyük sonuçlar yaratabiliriz.
Kampanyalar istediğimiz gündemi yaratmanın ya da var olan gündemi kavgamızın çıkarları doğrultusunda değerlendirmenin bir aracıdır.
Kampanyalar kadrosal, örgütsel ve kitlesel atılımlardır.
Kampanyalar küçük güçlerle, kısa dönemler içinde, büyük sonuçlar elde edebilmenin zeminidir.
Kampanyalar; bir halk ve parti okuludur.
Kampanyalar devrimci okullarımızdır.
Kampanyalarda çok büyük devasa güçlere ihtiyacımız yoktur.
Küçük küçük güçlerle, büyük sonuçlara yürüdüğümüz en verimli, en emekçi olduğumuz anlar olmalıdır. Kampanyalar; emeğimizi en yoğunlaştırdığımız anlardır.
Kampanyalar; umutlarımızı en çok büyüttüğümüz anlar olmalıdır.
*
DEVRİMCİLER DÜNYANIN EN YETENEKLİ İNSANLARIDIR
Yetenek yaptığı işe inanmaktır.
Yetenek bir iş yaparken kurallara uymakla elde edilir.
Sadece bu kadar.
Yaptığı işe inanan ve kurallı, disiplinli davranan insanın önünde hiçbir güç duramaz.
Burjuvazi toplumu ikiye ayırır, yetenekliler ve yeteneksizler diye.
Burjuvaziye göre yoksullar yeteneksizdir, halk yeteneksizdir.
Evet, yoksullar kapitalizm tarafından her türlü kültürel sosyolojik erezyona maruz bırakılmışlardır.
Ama biz biliriz ki insanın yeteneği, emeğin toplumsallaşması ile ve eğitim ile ortaya çıkar.
Devrim her türlü toplumsal ayrıcalığı ortadan kaldırır, bireysel gelişmeyi toplumsal gelişmeye tabi kılar.
Evet devrimciler bilir ki devrimci mücadele sürecinde eğitimle her şey mümkündür. Devrimciler bilir ki inanç ile her şey mümkündür.
Yoksul insanın yeteneği eğitimle ortaya çıkartılır.
Yetenek devrimci gelişmenin ürünüdür.
Devrimciliğimizi ne kadar büyütürsek yeteneklerimizi o kadar geliştiririz.
Yeryüzündeki en yetenekli kişi halkını en çok sevendir.
Halk sevgisi devrimci yeteneğin ortaya çıkmasındaki en önemli ölçüdür.
Halk sevgisi nedir? Asla romantik bir duygu değildir.
En zor anlarda halkın ışığı olmak, feda kuşağının kahramanı olmak, büyük kavga günlerinde daha büyük zaferler için halkı eğitmek, önderlik etmek demektir.
Halkı eğitmek, örgütlemek için emek vermek, ter dökmek demektir.
Bu çaba ne kadar fazla ise halk sevgisi o kadar fazladır, çaba sahibi o kadar çok yeteneklidir.
Ölçü Budur.
Dünyanın En Yeteneklileri Beyinlerde Devrim Yaratan Devrimcilerdir.
Yetenek inanmaktır dedik.
Yetenek düşünmektir.
İnanmak düşünmekle başlar elbette.
Yetenek istemektir.
İşte bununla, düşünerek, isteyerek, yoğunlaşarak, beyinlerde devrim yaratır devrimciler.
Halk Üreten, Yaratan Güçtür.
Devrim halkın eseridir. Halkı kazanmadan devrim olmaz.
Halk sonsuz bir güçtür. Yaratıcılık, güç, olanak, kadro, asker, zekâ, birikim… Ondadır.
O yüzden “Devrimci Olmak, Halk Olmaktır”.
Bir devrimci, her şeyden önce halk adamıdır.
Savaşı büyütmek demek “Halklaşmak” demektir.
Eğitimde Halklaşmak!
Örgütlenmede Halklaşmak!
Savaşta Halklaşmak!
Yetenek halktaki bu gücün ortaya çıkarılmasıdır.
İşte tek yetenek budur, halkın bu gücünü ortaya çıkartmaktır.
Bu gücü ortaya çıkarttığımızda, asalak burjuvazi tarihin çöplüğüne gidecektir.
En büyük yetenek, halk olmaktır.
Yetenek öğrenmektir.
Yetenek öğretmektir.
Yetenek statükoları ve alışkanlıkları yenmektir.
Yetenek bildiği ile yetinmemektir.
Yetenek öğrenmeye doymamaktır.
Yetenek öğretmekten bıkmamaktır.
Yeteneksizler, bireycilerdir, uzun zorlu mücadelede yorgun düşenlerdir.
İşler istedikleri gibi gitmediğinde pasif silik davrananlardır.
Yeteneksizler, vazgeçenlerdir.
Önce kendilerinden vazgeçenlerdir.
Yeteneksizler, insandan vazgeçenlerdir.
İnsandan vazgeçen devrimden vazgeçendir.
Yetenek kazanmalıyız; eğitmeliyiz, hem kendimizi hem halkımızı eğitmeliyiz.
Eğitmeliyiz; on binlerce kadro, binlerce önder, kurmay devrimci yetiştirmeliyiz.
Fedakâr, sorunları tek başlarına çözebilen güçlükler karşısında yılmayan “Büyük Yetenekler” yetiştirmeliyiz.
Savaşımızın geleceği “İnsandan Vazgeçmeyenlere Bağlıdır”.
İşte bu yetenekleri ortaya çıkartmalıyız.
Ve defalarca olduğu gibi bir kez daha göstermeliyiz bir insanın neler yapabileceğini İsteyen, inanan, düşünen bir insanın “Ne Kadar Yetenekli Olduğunu Bir Kez Daha Göstermeliyiz Tüm Dünyaya”.
*
MEŞRULUK DEVRİMCİLİKTİR
MEŞRULUK BİLİNCİ VE CÜRETİ DEVRİMCİLİKLE ÖZDEŞTİR
Egemenler çok iyi biliyorlar.
Halkları tek başına baskı ve şiddetle teslim alamazlar.
Bunu çok iyi bildiklerinden ideolojik, siyasi ve kültürel saldırılarını da buna paralel şekilde yürütüyorlar. Amaçları, halkları sindirmek, yüreklerine korku ve yılgınlık tohumları ekmek, bir ömür boyu köle gibi yaşamayı kabullendirmektir.
Asıl önemlisi, birçok “devrimci”, sol örgütün düşman karşısında meşruluklarını yitirmesi ve bunun devrimci mücadele üzerindeki etkisidir.
Öyle bir hale gelinmiştir ki emperyalizm ve işbirlikçileri dünya halklarına karşı vahşice saldırırken, dünya üzerinde bu saldırılara karşı ciddi anlamda hiçbir ses çıkmamaktadır.
Pek çok devrimci örgüt inançsızlaşmış ve emperyalizmin etkisi altına girmiştir.
Emperyalizmin gücü, yıkılmazlığı, hatta doğruluğu, dünyada barışı ve özgürlüğü sağlayabileceği keşfedilmiştir.
Bugün emperyalizme karşı silah kuşanan örgütler bir elin parmakları kadar bile değildir. Yılgınlığın ve karamsarlığın, emperyalizmin gücünün abartılmasının ve ondan korkulup mücadele alanının terkedilmesinin en önemli nedeni, meşruluk bilincinin yara almasıdır.
Çünkü haklı ve doğru olduğuna inancı tam olanların emperyalizmden korkması ve karamsarlığa kapılması mümkün değildir.
Doğru ve haklı olanlar “terörist”, halkların baş düşmanı olanlar ise “haklı ve kurtarıcı” ilan edilerek temel doğrular bile tartışılır hale getirilmiştir.
Böylesi bir süreçte devrimcilik yapmak en başta inançlı ve cüretli, doğrularında net ve tavizsiz olabilmeyi gerektirmektedir. İnançlarına sıkı sıkıya bağlı olmayan ve yüreklerinde ve beyinlerinde korku tohumunu yeşertenlerin emperyalizm ve işbirlikçilerin saldırıları karşısında boyun eğmeden durabilmesi, halkların kurtuluş mücadelesini kararlılıkla sürdürebilmesi mümkün değildir.
Nedir Meşruluk?
Devrimciler meşruluk kavramını sınıfsal bakış açısıyla değerlendirirler. Sınıfsal olarak ele alındığında meşruluk kavramının ifade edilişi her kesim açısından farklı olur. Kim hangi sınıfı temsil ediyorsa, meşruluk anlayışı da ona göre biçimlenir. Oligarşinin de oportünizmin de reformizmin de kendi sınıfsal çıkarlarına, amaçlarına ve hedeflerine uygun meşruluk anlayışları vardır.
Oligarşinin meşruluk anlayışı faşist yasaları temel alırken, hatta bu yasaları bile tanımazken, reformizmin meşruluk anlayışı da bu yasaların çizmiş olduğu sınırlar içerisinde hareket etmekte ifadesini bulur. Reformizm’ e göre oligarşi tarafından çizilmiş olan yasal sınırların dışına çıkmak meşru değildir.
Halklarımızın çıkarlarını temel alan devrimcilerin meşruluk anlayışı diğerleriyle tam bir zıtlık içindedir. Devrimciler için meşruluk en genel ifadeyle, doğru ve haklı olanın, halkın ve devrimin çıkarına olanın savunulması ve yapılmasıdır. Her kesim kendi sınıfsal çıkarları gereği “doğru ve haklı benim ve benim savunduklarımdır” diyorsa da tarihsel ve bilimsel olarak doğru ve haklı olan tektir.
Yani doğru ve haklı olan “Halkların ve Devrimin Çıkarlarıdır”.
Meşruluğumuzun Temeli Tarihsel Haklılığımızdır.
Tarihsel haklılığımızın iki önemli ayağı vardır.
Birincisi, mevcut düzenin yıkılıp yerine, yeni bir düzenin kurulmasının tarihsel olarak zorunlu olmasından; çünkü tarihte hep böyle olmuştur. İlkel toplumdan köleci topluma, köleci toplumdan kapitalist topluma, nasıl tarihsel zorunluluk olarak geçilmişse kapitalist toplumdan sosyalizme de aynı tarihsel zorunluluk içinde geçilecektir. İkincisi, emekçi halkların her türlü haklarını elde edebilmesi ve sömürülmeden, baskı ve zulüm görmeden, yaşayabilecekleri bir düzeni ancak eski düzeni yıkmakla kurabilecekleri, gerçeğinden kaynaklı devrim mücadelesi haklı ve meşrudur.
Bir avuç burjuvanın, sömürü saltanatı olan bugünkü düzen yıkılmak zorundadır. Bunun için de tek yol vardır; örgütlenmek ve mücadele etmek…
Halkımızın iliklerine dek sömürülmesi, açlık ve yoksulluk içerisinde yaşamaya mahkûm edilmesi, ülkemizin emperyalizme peşkeş çekilmesi, karış karış satılması meşru mudur?
Kabul edilebilir mi?
Faşizmin pervasızca saldırması, işkenceler yapması, katliamlar düzenlemesi, kendine boyun eğmeyen tüm güçleri “terörist” ilan edip, yaşam hakkını ortadan kaldırması meşru mudur? Kabul edilebilir mi?
Meşru değildir ve kabul edilemez. Faşist bir yönetim asla meşru değildir, olamaz.
Meşru olan, faşizmin bu saldırılarına karşı direnmek ve mücadele etmektir.
Meşru olan, faşist yönetimi yerle bir etmek, emperyalizmi ülkemiz topraklarından kovup bağımsız, demokratik, halkların özgür iradesini esas alan bir yönetim için mücadele etmektir.
Açıktır ki bu sömürü düzeni yıkılıp halkın iktidarı kurulmadığı müddetçe halklarımız asla özgürlüğüne kavuşamayacak, rahat ve huzur içinde yaşamayacaktır.
Bu anlamıyla devrimciler için meşruluğun sınırları açık ve nettir. Ülkemizin bağımsızlığı, halklarımızın özgürlüğü ve kurtuluşunu sağlamaya hizmet edenler ve bunun için mücadele edenler meşru, karşısında olanlar ise meşru değildir. Bu noktada meşru olan bu düzen ve yasaları değil, halklarımızın kurtuluşunu sağlayacak olan Devrim’dir, devrim mücadelesidir.
-Meşruluğuna İnanmayan Gelişemez, Geliştiremez:
-Meşruluğuna İnanmayanlar Üretemez:
-Meşruluğuna İnanmayanlar Sürekli Kuşku İçinde Yaşarlar:
Kafasında sürekli “acaba” sorusuyla yaşayan bir devrimci hiçbir faaliyetinde olması gereken başarıyı elde edemez
-Dava Adamı Olamaz: Dava Adamı olmak, kendini her şeyiyle devrime adamaktır -Meşruluğuna İnanmayanlar Düşman Karşısında Direnemez, Çatışamaz:
Bu nedenle önce savrulurlar…
Sonra düzene yamanırlar…
Başka yolu yoktur.
Biz meşruluğumuza inanırsak, doğruluğumuzu, haklılığımızı beynimize kazırsak yapamayacağımız şey yoktur.
Tüm Cepheliler cüretle öne atılmalıdır.
Edilgenlik, pasiflik, yılgınlık, karamsarlık, korku, kaygı… Tüm bunları bize, emperyalizm ve oligarşi dayatmaktadır.
Devrim mücadelesini engellemek, sömürü düzenlerini sürdürebilmek için bize her türlü haksızlığı dayatıyorlar.
Düzen halktan olan hiç kimseye bir şey vermiyor, vermez.
Ahlaksızlık, kişiliksizlik verir. Bize kendi yasalarını, kendi kurallarını, kendi yaşam tarzını dayatır. Köle olmamızı ister. Tüm bunları neden kabul edelim? Düzen yaşamını düşünmek, iğrençliği düşünmekten başka bir şey değildir. Düzenin herhangi bir yanını bile doğru ve haklı görmek, iğrençliğe pirim vermektir. Bu dünyada onurlu ve namuslu yaşamak istiyorsak devrimciliğin erdemlerine sıkı sıkıya bağlanmak zorundayız. Haklılığımıza ve doğruluğumuza olan inancımızdan aldığımız güçle bize iğrençlikleri dayatan, halklarımıza onursuz bir yaşamı reva gören emperyalizmin ve işbirlikçilerin üzerine cüretle yürüyelim. Meşruluğumuza inandığımızda önümüzdeki engelleri bir bir aşacak, gücümüzü göreceğiz.
Meşruluk Bilincine ve Cürete Sahip Olunmadan Devrimcilik Sürdürülemez!
*
Gıda Krizi!
Günlük yaşamın içinde, sıkça duyduğumuz, giderek kanıksayıp kullandığımız kavramlar vardır. Üzerinde öyle durup düşünmeden kullanırız hatta çoğu kez. Bir gazetede okuduğumuzda veya televizyonda duyduğumuzda kavram olarak çok dikkatimizi çekmez.
Fakat aslında, belli durumları anlatmak üzere seçilen kavramlar hiç de göründükleri kadar masum değillerdir. Olguları tanımlarken kavramlar, kelimeler arasında yapılan her seçim, bir ideolojiyi saklar içinde.
Burjuvazi her kelimeyi, her kavramı özenle seçiyor. Sınıflar mücadelesi, farkında olsak da olmasak da kelimeler ve kavramlar üzerinden de kıyasıya sürüyor.
Burjuvazi öne çıkarttığı her kavramla bir gerçeğin, bir olgunun üzerini örtüyor ya da onun özünü boşaltıyor.
Dergimizin bu köşesinde kelimelerin ve kavramların bu alandaki savaşına yer vereceğiz.
*
Mesela yazımızın başlığındaki “Gıda Krizi” ni ele alalım.
Ya da “Gıda Güvenliği”, “içilebilir temiz suya erişebilmek”, “eğitime erişebilmek” gibi kavramlar… BM Çocuklara Yardım Fonu’nun açıkladığı raporlara göre, “Kenya ve çevresindeki ülkelerde yaşanan gıda kriziyle, 5 milyonu çocuk 24 milyon insan açlık sınırında…
Bir UNICEF raporunda deniyor ki: ” Kenya ve çevresindeki ülkeler Etiyopya,
Somali, Eritre ve Cibuti’de gıda krizi hat safhaya ulaştı.”
Ne olmuş? Gıda krizi dedikleri nasıl bir şeydir? Anlaşılmıyor. Belki de bunu istiyor bu kavramı kullananlar. Raporda adı geçen ülkeler Afrika’da; hani karnı şiş, bacakları çöp gibi olmuş çocukların kıtası. O görüntülerden hareketle “gıda krizi” dediklerinin düpedüz AÇLIK olduğunu tahmin edebiliriz. Peki öyleyse niye açlık demiyor da, “gıda krizi” ni tercih ediyorlar?
*
“Gıda krizi” diye bir şey yok. Sadece emperyalist ülkelerin çöpe attıkları yiyecekler, dünyadaki bütün açları doyurabilecek kadar çok. Dünyadaki tüm açları doyurmak için BM raporlarına göre 20 milyar dolar yetiyor. Oysa emperyalist ülkelerin köpek mamalarına ve lüks tüketimlerine harcadıkları paralar da bu miktardan çok daha fazla. Sadece Amerikalı tek bir tekel, Bill Gates’in serveti bu miktarın iki buçuk katına eşit.
Öyleyse ne krizi bu?
Afrika kıtasında insanlara yetecek kadar gıda mı yok? Krizden bunu mu kastediyorlar? Hayır? Afrika’nın Nil nehrinden çıkartılan tonlarca balık, Afrika kıtasında yetişen meyve, sebze günlük olarak Avrupa ülkelerine taşınıyor.
Gıda krizi değil emperyalizmin aç bırakması var.
Nil nehrinin balıkları tüm Avrupa’nın ihtiyaçlarını karşılarken karnı şiş bacakları
çöpleşmiş aç çocuklar o balıkları yiyemiyor. Bunun nedenine “gıda krizi” denilebilir mi? Öyle adlandırmak, insanlığın aklına, zekâsına hakarettir.
Dünyanın en zengin altın madenlerine sahip olup da en çok açlığın yaşanması gıda kriziyle açıklanabilir mi?
*
Biz biliyoruz ki dünyada bir milyon insan temiz içme suyundan mahrum bırakılmıştır.
Emperyalist raporlar şimdi bunu da şöyle yazıyor: “1 milyon insan temiz suya erişemiyor.”
Biz biliyoruz ki yüz milyonların eğitim hakkı gasp ediliyor. Emperyalist raporlar yazıyor: ” Şu kadar genç için eğitim erişilebilir değildir.”
Eğitim hakkı gasp ediliyor yerine seçtikleri kavrama bakın.
Hepsi, gerçeği gizlemek için, gerçekteki sebep ve sonuç ilişkilerini, sorumluları örtbas etmek için. Kavramların savaşı işte böyle cereyan ediyor.
*
BİRİMİZ HEPİMİZ İÇİN HEPİMİZ BİRİMİZ İÇİN YAŞAR ve ÖLÜRÜZ
Yoldaşlıktan öte bir dostluk olmamış dünyada şimdiye kadar.
Yoldaşlıktan güçlü bir bağ olmamış insanlar arasında şimdiye kadar.
Tek bir insanımız çok değerlidir.
Dünyanın bir yerinde bir yoldaşımızın tırnağına zarar gelse onun acısını hissederiz.
Faşizme emperyalizme karşı kazandığımız her zaferin sevincini yoldaşlarımızla paylaşarak büyütürüz.
Yaşadığımız her acıyı yoldaşlarımızla paylaşarak azaltmaya çalışırız.
Her şeye rağmen, yaşamak isteyenler, ölmekten korkmayanlarla savaştıklarında bu savaşı baştan kaybederler.
Egemenler bu nedenle baştan mağluptur bu savaşta.
İşte bu “ölmekten korkmayanlardır bizim yoldaşlarımız.
Ölümü defalarca rezil kepaze edenlerdir bizim yoldaşlarımız.
Biz ezeli ve ebedi galibiyiz bu savaşın.
İşte bu nedenle imha etmek istiyorlar tek tek hepimizi.
Bu zafer korkusu ile öldürüyorlar, birer birer, onar onar bizi.
Egemenlerin bu zaferden korkularının silahı faşizmdir.
Bizim zaferimizin garantisi sosyalizmdir.
Egemenler her şeyi metalaştırır.
Biz her şeyi halklaştırırız.
Biz kahramanlığı da halklaştırdık.
Biz kahramanlığı da kitleselleştirdik.
İşte bu cüretimiz, işte bu kahramanlığımız, egemenlerin en derin korkularını tetikler.
Bizim gücümüz haklılığımızdır.
Bizim gücümüz meşruluğumuzdur.
En küçük bir otundan nehirlerine, kum tanesine, dağlarına kadar seviyoruz bu ülkeyi. Bu sevgi zaferimizin garantisidir Bu nedenle bizim bu sevgimizden korkuyorlar.
Her bir yoldaşımıza önem vereceğiz.
Her bir yoldaşımıza özen göstereceğiz.
Her yoldaşımızdan alacağımız tek tek değerler bizi zenginleştirir.
Onların düşüncelerinin derin ayrıntısına, söylediklerinin anlamının büyüklüğüne değer verdiğimiz ölçüde, biz de değerliyizdir.
Halkın yasal ve ahlaki hakları vardır.
Bu haklar arasında özgürlüklerini engelleyenlere, adaletsiz davrananlara karşı isyan etmek hakkı da vardır. Bu hakkımızı kullanmaktan çekinmeyeceğimizi defalarca kanıtlamışızdır.
Egemenler onlardan korkmayanlarla karşılaştıkları için korkarlar bizden.
Her birimiz o yaydıkları korkudan korkmadığımız için birer tehlikeyizdir onlar için.
Bu nedenle tek tek öldürmek, tek tek tutsak etmek, devrimden tek tek vazgeçirmek için bütün güçlerini kullanırlar.
Ama bilmezler ki biz bu acılarla büyüdük.
Bu acıları hepimiz birimiz için diyerek yendik şimdiye kadar.
Zaferi de böyle kazanacağız.
*
DÜŞMAN NEREDEYSE CEPHE ORASIDIR
Düşman, gözle görüldüğünde nettir, somuttur, savaşmak kolaydır.
Düşmandır ve savaşılması gerekir.
Düşmandır yok edilmesi gerekir.
Fiziki olarak yok edersin ve biter.
Ama öyle, bazı düşmanlar vardır ki dost görünürler.
En Tehlikelisi Budur.
Dost Görünenlerdir.
Devrimciliğimizi yıpratan her şey düşmandır.
Bazen unutmaktır düşman.
Bazen yanlış anlamak.
Bazen kendi dışındakileri suçlamaktır.
Bazen denetlememektir.
Birçok farklı biçime, karaktere bürünebilir; dost görünen düşmanlar.
Bu sahte dostlar, sığındığımız çaresizliğimizdir aslında.
Bu sahte dostlar zavallılığımızdır.
“Unuttum”, “ne var bunda”, “basit bir unutkanlık”, “tamam işte yanlışı buldum denetlemedim böyle oldu”, “Ahmet’e söyledim ama yapmamış, ne yapabilirim ki fazladan?…” en tipik görüntüleri böyle çıkar karşımıza.
Ama asla unutulan, basit bir pankart değildir.
Unutulan iddiamızdır. Unutulan devrimciliğimizdir.
Bu yok edilmesi gereken düşman, güçlüymüş gibi görünür.
Savaş alanı, son derece geniş gibi görünür.
Ama bunlar da sahtedir, yalandır.
Savaş alanı beynimizdir.
Silahlarımız moralimizdir.
Moralimiz inancımızdır.
İnancımız, büyük bedeller ödeyerek kazandıklarımızdır.
Denetlemeyen, unutan devrimci bunları bilmez mi? Bilir elbette.
Gerçeği bilmek ayrı, gerçeği söylemek ayrı bir cesaret işidir.
Gerçeği herkesin bildiğinden emin olun.
Hiç kimse aptal değildir.
Sadece yüreksizdir. O gerçeği dile getirme cesareti yoktur.
Çözüm, vardır elbette.
Çözüm hatalardan ders çıkartmak ve öğrenmektir.
Ama Bilmeliyiz Ki En Çok Da Kendi Hatalarımızdan Ders Çıkartarak Öğreniriz.
En değerli gerçekler, kendi hatalarımızdan çıkardığımız derslerden öğrendiklerimizdir.
Çünkü en büyük savaş beynimizdedir.
En büyük savaş alanı beynimizdir.
Hatalarımızdan korkmamalıyız.
Eksiklerimizden ürkmemeliyiz.
Önce onları, olduğu gibi kabul etme cüretini göstermeliyiz.
Bu kabul, onlarla savaşma gücümüzdür.
Ne kadar güçlü bir kabul varsa, o kadar güçlü bir değişim bizi bekliyor demektir.
Reddetmek, sahte dostlara sığınmak; çaresizliktir, zavallılıktır.
Düşman beynimizdedir aslında.
En tehlikeli düşman budur.
Çünkü biz biliyoruz ki “Savaştıkça Güçleneceğiz”.
Savaştıkça öğreneceğiz.
En çok kendi yanlışlarımızdan öğreneceğiz.
Savaş alanı beynimizdir.
Düşman beynimizdeyse, savaş da beynimizdedir.
Ve bu savaşta her devrimci, savaşçıdır.
Bu savaşta her devrimci kendinin komutanıdır.
Bu savaşta her devrimci hem savaşçı, hem komutandır.
Bu savaşta herkes kendinin komutanıdır.
Bu savaşta her devrimci beyin kaledir.
Kalemizi savunmalıyız.
Bildiğimiz her doğru ile devrimciliğimizi koruyacak, büyüteceğiz.
Bu savaşta; her doğru, her gerçek, her türlü şey silahımız olmalıdır. Tarihimiz bu savaştan galip çıkan devrimcilerin yaşamı ile doludur. Savaştıkça öğreneceğiz.
Savaştıkça güçleneceğiz.
*
DEVRİMCİ İRADE EN BÜYÜK GÜCÜMÜZDÜR
İstemek yapmanın yarısıdır denir.
Diğer yarısı iradedir.
İrade en basit hali ile karar vermek ve bu kararı sürdürmektir.
Devrimci iradenin en büyük gücü istikrarındadır.
Bizim istikrarlı olmamız için, çok ama çok fazla nedenimiz vardır.
İstikrar, sabırdır.
İstikrar sürekliliktir.
İstikrar gelenektir.
İstikrar değerlerimizdir.
İstikrar inancımızdır.
İstikrar deneylerimizdir.
Devrimcilik çok uzun bir yoldur.
Bu uzun yolda zafer-yenilgi, acı-sevinç hepsi bizimdir.
Payımıza düşen en büyük acıları öderiz.
En büyük sevinçleri yaşarız.
Bu yolda iradi olabilmektir önemli olan.
Bu yolda irademizin bize sağladığı gücü kullanmaktır önemli olan.
Kimse sorunlar içinde yüzmek istemez.
Ama sorunlar gerçektir ve çözülmelidir.
Sorun çözmek iradiliktir.
İradilik yaratıcılıktır.
Sorun çözmek iradiliktir.
İradilik soğukkanlılıktır.
İşler istediği gibi gitmediğinde bazı arkadaşlarımız, hep kendi dışlarında açıklarlar olan biteni. Pasif, silik davranmaya başlarlar. Olmayan işleri kendi dışlarında açıklayan arkadaşlarımız aslında “Umursamazdırlar”.
Bu umursamazlık kendilerine saygılarını yitirmeleridir.
Bu umursamazlık sıradanlaşmaktır.
Sıradanlaşmanın bir adım ötesi düzendir.
Neden istedikleri gibi gitmez işler?
İradiliklerini yitirirler.
Gelişmelerin ve kişilerin kontrollerini yitirirler.
Kendiliğindenciliğe bırakırlar her şeyi.
Kendiliğindencilik bireyciliktir.
İlk bakışta kişisel çıkar gibi görünmese de en dar, en pespaye bireyciliktir aslında yaptıkları.
Zorluklar; uzun mücadelede bitkin, yorgun düşürür kendiliğindencileri.
Bitkin ve yorgun düşmemenin tek ilacıdır iradilik.
Bitkin ve yorgun düşmemek için mutlaka iradi olmalıyız.
Sorunları çözebilen, güçlükler karşısında yılmayan, gösterişten, tembellikten, pasiflikten uzak yeniden ve sürekli iradi olursak; kendimize şekil vermede daha iyi sonuçlar elde eder ve kendimizi daha yüksek bir devrimci düzeye taşıyabiliriz.
Savaşımızın geleceği böyle devrimcilere bağlıdır.
Hiç bir zaman geç değildir.
İlk uzanabildiğimiz yerden tutmak, ilk gördüğümüz yerden başlamak yeterlidir.
Bir yerden tutmaya başladığımızda, önce orayı sıkı sıkı tutarız. Gerisi gelir. Bir sorunun çözümü; diğerinin çözümü içinde güçtür, enerjidir, örnektir.
Vazgeçmemeliyiz.
Ne kendimizden, ne devrimden vazgeçmemeliyiz.
Vazgeçmek düzendir.
Vazgeçmek umutsuzluktur.
Umut tükenmez, insan tükenmez, yeter ki iradi olalım.
Bizim olan, içimizde, beynimizde olan en güvenilir dosttur irademiz. Bizim irademiz, derin halk sevgisindedir.
Bizim irademiz, en zor anlarda halkın ışığı olan kahramanlarımızdan gelir.
Bizim irademiz güçlü bir kendine güvendir.
Kedine güven halkına güvendir.
Kendine güven ideolojisine güvendir.
Büyük halk sevgisi ve ideolojik güven, bizim irademizin en sağlam harcıdır.
*
DEVRİMCİLİK FAALİYET ÖRGÜTLEMEKTİR!
FAALİYET, BİLDİRİDİR FAALİYET, EYLEMDİR FAALİYET, TOPLANTIDIR
Sürekli “kitlelere gitmeliyiz” diye anlatmak bile bir devrimci için anormal bir şeydir. Devrimci zaten kitleleri örgütlemek için vardır. Oysa insanlarımızın durumu hiç de böyle değildir. O zaman biz bu gerçeği de düşünerek, değerlendirerek “Değiştirmek” zorundayız.
O kadar ideolojik olarak güçsüzlüğüne rağmen, o kadar suçuna rağmen, halkı o kadar aç bırakmasına, zulmetmesine rağmen yine de kitle çalışması yapıyor AKP hükümeti.
Onlar, bizi öldürüyor.
Onlar, bizi aç bırakıyor.
Onlar, bize haksızlık yapıyor.
Onlar Tüm Bu Nedenlerle Sürekli Savunma Halindedirler.
Biz ise; haklı, meşru zemindeyiz, şimdiye kadar yalan söylememişiz, çalmamışız, halkın aleyhine hiçbir şey yapmamışız, bunu kitlelere götürmüyoruz.
Biz, Haklı ve Meşru Olanız.
Biz, Hesap Soran Olmalıyız.
Bizi neden aç bırakıyorsunuz, bizi neden katlediyorsunuz? Biz neden yoksuluz? Bu sorulara cevap veremezler. Verecek cevapları yoktur. Bize sabır, bize katlanma, bize boyun eğmeyi tavsiye edecekler. Boyun eğmediğimizde, hakkımızı istediğimizde ise zulmediyorlar, işkence ediyorlar, terörist ilan ediyorlar. Bu güçle, haklılığımızın gücü ile meşruluğumuzun gücü ile bir devrimci kitleye gitmeden duramamalı. Her saniyesinde, saatinde, gününde bir insana anlatmak, bir insanı örgütlemek için can atmalı. Yani yok şunun para meselesi, yok bunun falanca meselesi gibi küçük dünyaların işleriyle uğraşmak olmamalı bizim işimiz. Bu açlık ortamında, bu işsizlik ortamında halkın IMF’ye tepkisinin bizim kırk yıl anlatsak başaramayacağımız bir duruma geldiği ortamda bir Cepheli’nin gereksiz, lüzumsuz işlerle uğraşması, halka gitmemesi affedilemez.
“Ben devrim yapacağım, halkı örgütleyeceğim” diyoruz, ama halka gitmiyoruz. O zaman “sen halkı nasıl örgütleyeceksin?”, cevap yoktur. Bunun adı aslında devrimcilik oyunu oynamaktır.
Polis tek tek liselilerin ailelerini arıyor, telefon ediyor.
En haklı en meşru mitinglerde görüntülerini çekiyor, bir CD’ye kaydediyor, ailelere dağıtıyor, tek tek ailelere gidiyor.
Adalet ve İçişleri Bakanları ortak imzalı olarak ailelere mektup yazıyor. “Çocuğunuzu birlikte kurtaralım” vs. tarzında mektuplar yazıyor. Düşünün, hem çocuğunu katletmiş hem de kurtaralım diyor. Ama gerçek olan şu ki; buna rağmen vazgeçmiyor, kitleyi kazanmak, devletin yanına çekmek için tüm umutsuz haline, haksızlığına, yıpranmışlığına rağmen çalışıyor.
Biz ne yapacağız?
Her arkadaşımız; günlük gelişmeleri, politik, ekonomik gelişmeleri takip etmelidir. Propaganda ve ajitasyonda canlılık, günceli yakalamak bu şekilde mümkün olacaktır.
Örneğin hükümetin Aleviler konusundaki demagojisi, liselilere yaptığı korkutma sindirme…
“Yüzde altı büyüdük” diyorlar, hemen “bu konuda ne yapabiliriz” diye düşünmeliyiz. Anayasa kandırmacasını atıyorlar ortaya, “hayır, onlar halktan yana anayasa yapamazlar, bizim ise anayasamız vardır yıllar önce yaptığımız, halktan yana anayasayı biz yaparız, çünkü biz halkız ve bizim elimizde halktan yana bir anayasa vardır, her kapıya dağıtabilmeliyiz. Her gelişmeyi, her şeyi devletin söylediği bütün yalanları ortaya çıkartma gücümüz vardır. Bu yalanları ve bizim doğrularımızı “kitle çalışmasında nasıl değerlendiririz” diye düşünmeliyiz.
Başka konularda da aynı şekilde düşünmeli ve hareket etmeliyiz.
Halkın duyarlı olabileceği her konuyu değerlendirmeliyiz. Yoksa kitle çalışması yapmak sürekli kendimizi anlatmakla olmaz.
Halk kendini etkileyen konularda duyarlı olur. Bu gözle bakarak gündemi takip etmeliyiz.
Kaldı ki, neredeyse halkı ilgilendiren her konuda mutlaka bizim açıklamalarımız, yazılarımız oluyor. Büyüdük, “yüzde altı büyüdük” diyorlar ama bu halka nasıl yansıdı, halk daha da yoksullaştı, zenginler daha da zenginleşti.
İşten atılmalar hala devam ediyor, halkın açlığı, halkın yoksulluğu büyüdü. Nasıl büyüdü zenginler, bizim yoksulluğumuzu büyüterek büyüdüler, bizim açlığımızı büyüterek büyüdüler.
Önemli olan halka anlatabilmektir.
Kitle çalışması ve yeni insanların çıkmasının yolu buradadır. Türkiye bir olayı tartışıyorken, neredeyse her gelişme bizi haklı çıkarıyorken ve kullanabileceğimiz yüzlerce malzeme veriyorken, durmamalıyız. Nasıl anlatacağız? Sadece dergiyi beklemekle de olmaz. Nasıl anlatacağız.
En bilinen en klasik yöntemi bildiri yazmak ve dağıtmaktır.
Çok zor mudur bildiri yazmak? İlla eli çok iyi kalem tutan, “Her Şeyi” bilenler mi yazabilir bildiriyi? Hayır, hiç öyle değil.
Herkes, “Ben Devrimciyim” Diyen Herkes Bildiri Yazabilir.
Bu Yanlış.
Bu Haksızlıktır.
Bu Zorbalıktır.
Biz Neden Yoksuluz?
Bizi Yoksul Bırakanlar Hırsızdır, diyebilen.
Bizim neden yeterli otobüsümüz yok vs. vs. vs. bunları yaşayan herkes bildiri yazabilir.
Tek başına dergi yetmez, haftada bir çıkan bir dergi halka doğruları anlatmaya yetmez, yaşananlar karşısında çok sınırlı kalır.
Sorun bir gerçeği anlatmaktır.
Sorun doğruları haykırmaktır. Bazen amaç bir çağrı yapmaktır.
Bunun için bazen iki cümle bile yetebilir.
“Şehitlerimizi anmak için şurada şu saatte bekliyoruz”… yeterlidir.
“Bizi yoksul bırakanları protesto edeceğiz” demek yeterli olabilir.
İlla merkezi bir bildiri, merkezi bir slogan beklemek gerekmiyor. Hiçbir şey bulamadık; “aklımıza gelmedi” mazeret olamaz. Şehitlerimizi anacağız, hiçbir şey bulamadık mı? Tüm duvarlara yazarız; “Sizi Asla Unutmayacağız”… Bu da yeter. Tarihimiz, geleneklerimiz, ideolojimiz, o kadar berraktır ki; şaşırmayız, ne yapacağımızı bilmez hale düşmeyiz, sorun sadece istemek ve düşünmektir.
Veya ortak bir iş yaptık; bir gösteri, bir miting, bir piknik… Mutlaka sonuçlarını değerlen diren, iki üç satır da olsa bilgi vermek gerekir. Şurada şu gün piknik yaptık, şu konuları tartıştık, şu kararları aldık gibi. Sonuç olarak; moralli olduktan sonra her şeyi yapabiliriz.
Moralden kastımız; sağa-sola gülümsemek değildir.
Kendisiyle, yaptığı işle barışık olmaktır.
Var olanı dönüştürme coşkusu taşımaktır.
Moralli olmak budur.
Ancak böyle eğitebiliriz insanları.
İnsan her zaman sorundur. Ama böyle de yürümek zorundadır. Çevremizde tüm olumsuz havaya, karşı devrimci etkilerin bunca yoğunluğuna rağmen onlarca kadro adayı vardır. İdealleştirmeden, ama insanları da iyi tanıyarak iş yapacağız.
Eğiteceğiz.
Başka yolu yoktur.
Her mahallede, her alanda, birimde her şeye hazır, her işi yapabilecek nitelikte kadrolar olmaz.
Bunu herkes bilir. Biz yetiştireceğiz.
Yetiştirmenin yolu da faaliyet örgütlemektir.
Faaliyet, bildiridir duvar yazısıdır.
Faaliyet, toplantıdır eğitimdir. Faaliyet, bilgidir.
Faaliyet, devrimciliktir devrimdir.
*
Dayı Diyor ki;
HİÇ HATA YAPMAMIŞ BİR DEVRİMCİ YENİ BİR ŞEY DENEMEMİŞ DEMEKTİR.
Hata yapmaktan korkmayacağız.
Hatalarımızdan ders çıkaracağız.
Hata yapmamız tek başına önemli değil.
Hataların Bize Yük Olmasına İzin Vermemeliyiz.
Onları olağanüstü şeyler gibi görmemeliyiz. Hatalarımızın üzerine gidip onları düzeltmeliyiz. Yaptığımız yanlışı abarttığımızda değiştirmek yerine, doğruyu koymak için çaba harcamıyoruz.
O abartının altında çözümsüzlüğü büyütüyoruz. Abartı kendimizi korumaya almamıza neden oluyor. Yanlışlarımızdan korkmamalıyız.
Hatalar, Yanlışlar da Bizimdir.
Bunları düşman kullanmadan, biz kullanmalıyız.
Ders çıkarmak ve daha iyisini yapmak için;
İyi, Güzel, Devrimci Olanı Sahiplenecek, Hatalarımızdan Öğreneceğiz!
Gerisi Hayat…
*
Dayı Diyor ki;
Hedefimiz, daha yüksek bir iktidar bilinci, daha gelişmiş bir savaştır… Bu hedef önümüzdeki engelleri aşıcı, devrim yürüyüşümüzü hızlandırıcı bir fonksiyon görecektir. Hedefimize sahip çıkacağız.
*
ANLAMAK ve ÇAKMAK
Bir olayı anlamak ve çakmak birbirinden çok farklıdır.
Çaktımcılık, günlük yaşamda “Anlamak” eyleminden ciddi bir sapma olarak çıkar karşımıza.
Ne demektir çaktımcılık?
“Çaktımcılık Her Şeyin” tersini düşünmektir.
Çaktımcılık Olanın-Olağanın Tersini Düşünmektir.
“Olan Nedir, Olağan Nedir?”, en basit hali ile neden-sonuç ilişkisidir.
Ama çaktımcı asla böyle bakmaz.
Çaktımcılık bazıları için “Üstün Zekâ Göstergesi” olarak bile kabul edilir.
Çaktımcıya olayı çıplak, sade hali ile kabul ettirmek çok zordur.
Çünkü o hiçbir şeyi doğal hali ile düşünemez, dediğimiz gibi, bir sapmadır çaktımcılık. Çaktımcılar hastadır aslında. Düşünme özürlüdürler. Bırakalım devrimci düşünme tarzını, sıradan insanlar gibi bile düşünemezler. Çaktımcı adeta bir “dedektif” gibidir. Müthiş izler sürer.
Çaktımcı dünyanın en büyük “sosyoloğudur”, müthiş tespitler yapar.
Çaktımcı dünyanın en “zekisidir”, hiç kimsenin aklına gelmeyeni düşünür.
Çaktımcı dünyanın sekizinci harikasıdır aslında ama devrimciler kıymetini bilmezler onların. Oysa anlamak büyük bir saygı ve emeğin ürünü olarak çıkar karşımıza.
Anlamanın yolu yüzyıllardır değişmemiştir.
Soru sormak, temel anlama yöntemidir.
Neden (ya da ne için)?
Ne?
Ne zaman?
Nasıl?
Nerede?
Kim?
Sorularını kapsayan ve “5N 1K” şeklinde en kaba hali ile ifade edilen temel sorular, anlamanı n ilk adımı olması açısından önemlidir. Çok önemlidir.
Doğru ve yanlışı ayırt etmemiz için mutlaka anlamamız gerekir.
Anlamanın yolu ise sonuna kadar dinlemek ve soru sormaktır.
Bize birisi bir şey mi anlatıyor; Sonuna Kadar Sabırla Onu Dinlemeliyiz.
Büyük Bir Sabırla Dinlemeliyiz, O, Anlatacağı Her
Şeyi Anlatmalıdır. Ve Biz Onun Anlatacağı Her Şeyi Anlatmış Olduğuna Emin Olmalıyız. Bu bir çocuk da olabilir, ama mutlaka dinlemeliyiz.
Ve soru sormalıyız. Sorularımız basit sade sorulardır.
Dediğimiz gibi, Olan Nedir,
Olağan Nedir, en basit hali ile neden-sonuç ilişkisidir.
Olaylar ve sonuçlar arasındaki bu ilişkiyi doğal hali ile kurmak temel yöntemdir.
Anlamak için; kullanacağımız araç soru, kullanacağımız yöntem mantıklı bağlar kurmaktır.
Yani aklımızı kullanacağız.
Yani kafamızı kullanacağız.
Bunun için süper zeki olmak gerekmiyor, aklımızı kullanmak yeterli.
Bırakın çaktımcılar kendilerini zeki sansın, ama onlar sadece Kurnazdırlar.
Çaktımcılar düzenin onlara öğrettiği kurnazlık ile hareket ederler; devrimciler ise devrimin ihtiyaçları için akıllarını kullanmayı, anlamayı amaç edinirler.
Kurnazlıkta zekâ yoktur, kendini tatmine yönelik içgüdüler vardır.
Anlamakta ise devrimci sorumluluk ve adalet vardır.
Biz devrimciyiz, tabii ki aptal yerine konulmamıza da izin vermeyiz. Ama kurnazlarla zekileri ayırt edebilecek uyanıklığımız vardır. Bu uyanıklığı bize veren, yöntemimizdir. Neden sonuç ilişkisi kuran yöntemimiz, ustalarımızın bize öğrettiği diyalektik materyalist yöntemdir. En büyük silahımız budur, en büyük zekâmız budur. Devrimci uyanıklığımızın da, devrimci saflığımızın da nedenidir bu yöntem.
Bilimseldir.
Ve hala yalanlanmamıştır.
*
Dayı Diyor ki;
Hangi şart ve koşulda olursanız olun, eylemde, düşüncede, savaşta çevrenize karşı sabırlı, soğukkanlı ve adaletli olacaksınız. Unutmayın ki, biz devrim ve sosyalizm mücadelesi veren, iktidarı alma, halk iktidarını kurma iddiasında olan bir hareketin savaşçılarıyız.
Bu hareketin ideoloji ve politikasıyla halkımızın emperyalizm ve oligarşinin sömürü çarkından kurtulup bağımsızlığına kavuşacağına olan inanç ve güvenle, düzenle ilişkimizi koparıp gönüllü olarak bu safta yerimizi almışız.
İlkeleri, değerleri, gelenekleri, disiplini bizi de ifade ettiği için güvenle kendimizi bu yapıya dâhil etmiş, onun ayrılmaz parçası olmuşuz.
Yani inanarak, isteyerek hem de her türlü fedakârlığı, ölmeyi, öldürmeyi göze alarak parçası olduğumuz gönüllüler birliğinde herkes sınıf bilincine ve adaletine uygun davranmak, yapının gelenek, değer ve disiplinine uymak zorundadır.
*
Dayı Diyor ki;
Faşizm, tekelci burjuvazinin en gerici, en şovenist, en katliamcı ve saldırgan kesiminin açık baskıcı, kan dökücü diktatörlüğüdür.
Dili ve üslubu da bu kanlı diktatörlüğüne uygun niteliktedir. Neden? Çünkü ideoloji bir yaşam biçimidir. Yani yaşamımızı, oturup kalkmamızı, dilimizi, tavırlarımızı, nasıl giyindiğimizi, hal ve hareketlerimizi belirleyen şey ideolojidir.
İdeolojinin sözlük anlamı şöyledir: “Siyasi veya toplumsal bir öğreti oluşturan, bir hükümetin, bir partinin, bir grubun davranışlarına yön veren politik, hukuki, bilimsel, felsefi, dini, moral, estetik’ düşünceler bütünüdür.”
Yani faşizm, bir ideoloji olmasının gereği olarak, kendi dil ve üslubuna sahiptir. Peki, faşizmin dili ve üslubu nasıldır?
Faşizmin Üslubu Saldırgandır
Saldırgandır; çünkü faşizm bir avuç asalağın, burjuvazinin kanlı diktatörlüğüdür. Dünyadaki tüm zenginlikleri kendi elinde toplamak isteyen, açgözlü burjuvazinin yarattığı bir canavardır. Emperyalistler arası pazar paylaşım kavgası öylesine vahşidir ki, 2 tane dünya savaşı çıkartmışlardır.
Faşizm Yalancıdır, Demagogdur
Faşizm yalan, demagoji ve terörle yönetir. Yalan; gerçeği gizlemek, halkı aldatmak için söylenen gerçek dışı sözlerdir. Demagoji, “Bir kimsenin veya grubun duygularım kamçılayarak gerçek dışı sözler söyleyip onları kazanmaya çalışma, halk avcılığı” dır.
Faşizmin Üslubu Kabadır
Faşizm, her istediğini zorla, işkenceyle, baskıyla, terörle almaya alışıktır. Öyle alacağım zanneder. Halkın temel haklarına saygısızdır. O sadece kendi kârını, sömürü düzeninin devamlılığını düşünür.
Faşizmin Dili Halk Düşmanlığıdır
Halka düşmandır çünkü iki sınıf vardır: Burjuvazi ve proletarya. Burjuvazinin çıkarlarını savunup, proletaryanın talepleri gerçekleştirilemez. Faşizm hiçbir sorunu çözemez. Çünkü tüm sorunların kaynağıdır.
Faşizm, herhangi bir sınıfın değil, tekelci burjuvazinin diktatörlüğüdür. Temsil ettiği sınıf itibariyle halka düşmandır. Dili ve üslubu da bu düşmanlığının sonucudur.
Faşizm Halk Düşmanıdır, Dili ve Üslubu da Halka Düşmandır
*
Dayı Diyor ki;
Ülkemiz faşizmle yönetilmektedir. Faşizmin baskısı ve zoru karşısında silaha sarılmaktan başka yol yoktur. Faşizmin anladığı dil, halkın devrimci şiddetidir. Faşizm koşullarında örgütlenmelerimizi korumak, geliştirmek ve iktidara alternatif hale getirmek illegal-gizli çalışmayı temel almaktan geçiyor. Faşizm koşullarında legal, yasal örgütlenmeleri de değerlendirmemek demek savunmasız kalmak demektir. “Devrimcilik”, yalanın karşısına gerçeklerle çıkmaktır; talancının, yağmacının önünü devrimci şiddetimizle kesmektir. Faşist teröre karşı halkın meşru direnme hakkı olan devrimci şiddetine karşı çıkanlar, halkın faşizme teslim olmasını istiyorlar demektir. Faşizm varsa; devrimci şiddet de vardır.
*
Dayı Diyor ki;
Emperyalizmin; özellikle 1990’ların başlarından itibaren geliştirdiği ideolojik saldırıların hedefi de aynıydı: Solu, devrim ve iktidar iddiasından tamamen koparmak. Emperyalizm iktidar iddiasının yerine sivil toplumculuğu koymayı; devrim yerine, reformculuğu dayatmıştır.
Biz devrim iddiamız ve sosyalizm inancımızla direnebildik bu büyük saldırıya. Devrim iddiamız ve sosyalizm inancımızla yardık kuşatmaları. Bu iddia ve inanca sahip olamayanlar, tarihe destanlar bırakamazlar. Direniş ne kadar sürer, nasıl biçimlenir bilinmezdi, fakat teslim olmama konusunda çok nettik. Tek tek kişilerin kararlılığı veya kararsızlığı değildir burada söz konusu olan. Siyasal bir kararlılıktır. Herhangi bir aşamada, bir noktaya kadar kararlılık gösteren kişiler veya gruplar her zaman çıkabilir. Ancak devrim iddiasına, iktidar hedefine sahip olanlar, ancak bu kavgada halka ve kendi gücüne güvenenler, sonuna kadar kararlı Olabilirler.
*
Dayı Diyor ki,
Reformistler, hemen her yerde “devrim” den, “halkın iktidarı” ndan, “sosyalizm ”den söz etmeye devam ederler. Bu onların “sol maske” sidir. Gerçekte ise reformizm, en kısa ve özet tanımıyla devrimden vazgeçmektir. Devrim iddiası olmayanlar, devrimden vazgeçenler için ise geriye siyaset yapacak tek zemin kalır, o da: Sandık’ tır. İşte bu durum, reformizmi devrim için, halkın çıkarları için “zararlı” hale getirir. Çünkü sol, sosyalist etiketlerden vazgeçmezken, iktidarın, sosyalizmin aracı olarak da kitlelere sandığı gösterir. Parlamenterist hayaller yayar. Faşizmin sandıkta alt edilip demokrasinin kurulabileceği yanılgısını propaganda eder.
Devrim ideali yoktur, küçük seçim hesapları adına kitleleri yanıltmak, “propaganda” adı altında bağımsızlığın, demokrasinin nasıl kazanılabileceği, halkın iktidarının nasıl kurulabileceği konusunda halkı yanlış düşüncelere sevk etmek pahasına oligarşinin şu veya bu kesimiyle ittifak yapanlar, “biz seçimleri bir araç olarak kullanıyoruz” da diyemezler.
*
Dayı Diyor ki;
Türkiye’de de devrim mutlaka olacaktır! …
Ama emperyalizm bunu istemiyor.
Ama emperyalizmin işbirlikçileri tekelci sermayedarlar, toprak ağaları, tefeciler-tüccarlar bunu istemiyor.
Ama emperyalist NATO’nun emrindeki tüm generaller bunu istemiyor.
Ama işkenceciler, katiller, cellatlar bunu istemiyor. Ama faşistler ve gericiler bunu istemiyor. Türkiye’de bir devrim mutlaka olacaktır! Çünkü Türkiye devrime gebedir. Ve bu devrimin ebeliğini yapacak olan emekçi halkla bütünleşmiş devrimci şiddettir. Evet, Türkiye’de şiddete dayanan bir devrim olacaktır. Kimse şiddet kelimesi etrafında fırtınalar koparmasın. Devrimci şiddet, halkın öfkesinden, kurtuluş azminden kaynaklanan bir şiddettir. Devrimci şiddetin maddi temeli emperyalist işgal ve işbirlikçi yönetimdir.
Kimse devrimcileri şiddet uygulamakla, silaha başvurmakla suçlamasın!
Çünkü bu düzenin temelinde şiddet vardır, azgın sömürü, gizli işgal, zorla kırılacak bağımlılık zincirleri vardır.
*
Dayı Diyor ki;
Biz devrim iddiamız ve sosyalizm inancımızla direnebildik bu büyük saldırıya. Devrim iddiamız ve sosyalizm inancımızla yardık kuşatmaları. .
Bu iddia ve inanca sahip olamayanlar, tarihe destanlar bırakamazlar.
Direniş ne kadar sürer, nasıl biçimlenir bilinmezdi fakat ‘teslim olmama’ konusunda çok nettik. Çünkü sosyalizm inançlarımızı terk edip burjuva ideolojisine teslim olmamız isteniyordu. Faşizme karşı bu ideolojik sağlamlığımızla direndik. Beyinlerini bireyciliğe, burjuva hümanizmine teslim edenler, faşizme karşı direnemez. Çünkü burjuva hümanizmi, birey ideolojisi, ‘birey özgürlüğü, sağduyu, hoşgörü’ adı altında yalnız diz çökmeyi, örgütsüzleşmeyi öğretir. Bireyciliği, bedel ödememeyi teorileştirmiş olanlar, ne kadar devrimci, sosyalist, komünist olduklarını söyleseler de, o kritik anda, bedel ödemenin gerektiği o anda,-direnemeyecekleri kesindir.
Direniş, devrimciliğin çarpıtıldığı yerde, devrimin ve sosyalizmin nasıl savunulacağını öğretti herkese. Direnişin beslendiği kaynak, halkların yüzlerce yıllık direnişinin en özlü ifadesi olan Marksizm-Leninizm’dir.
*
Dayı Diyor ki;
-Seçimler Göstermelik Partiler Amerikancı Yönetim Biçimi Faşizm
Ülkemizde, demokrasinin olup olmadığı, her zaman temel tartışma noktalarından birisi olmuştur.
Bu durumun tartışma konusu yapılmasının nedeni, sömürge tipi faşizmin özellikleridir.
Amerikan emperyalizmi, yeni sömürgecilik ilişkilerini geliştirirken, faşizmi ülkemiz yönetiminde dönemsel bir olgu değil, sürekli bir olgu olarak gündeme getirmiştir.
-Yönetim biçimi faşizmken, görünürde bir demokrasi de vardır.
Demokrasi sadece halk için demokrasi olmaması yanıyla değil, aynı zamanda bir burjuva demokrasisinin özelliklerini taşımamasıyla da göstermeliktir. Bu görünürdeki demokrasinin temel özellikleri, yönetim organı olarak bir meclisin varlığı ve halkın biçimsel olarak kendini yönetecek partiyi seçmesi, burjuva demokrasilerinde var olan çeşitli hakların biçimsel olarak burada da tanınmış olmasıdır.
*
Dayı Diyor ki;
Emperyalizm, geri bıraktırılmış yeni sömürge ülkelerde, ekonomik, politik, kültürel, askeri olarak egemenliğini devam ettirmekle ülkedeki faşist terörden doğrudan sorumludur. Emperyalizme, halkların sorunlarını çözecek misyonlar yüklemek; emperyalizm ve işbirlikçi egemen güçler ilişkisini anlamamak bir yana, emperyalizme manevra alanları sağlayarak, halklar üzerinde yeni oyunlar oynamasına ve daha çok terör uygulamasına yol açmak demektir. Bu anlayış, öylesine geliştirildi ki, dost, düşman, ilerici, anti-emperyalist ve emperyalizm kavramları unutuldu, unutturulmaya çalışıldı. Her şey emperyalizmin şiddetini üzerlerine çekmeme adına onlara yaltaklanmaya kadar vardı. Bu düşünceler, ideolojik, ekonomik, kültürel, askeri hemen her noktada gelişerek, emperyalistlere karşı büyük bir özenti hâkim oldu…
Gerçeği karartmadan, eveleyip gevelemeden çıplak haliyle ortaya koymak gerekir. Bugün bütün dünyada, uluslara ve halklara karşı dizginsiz bir şiddeti kullanan ve bu şiddetle, halkları sindirip teslim almak isteyen emperyalistler ve onların işbirlikçisi iktidarlardır, yani teröristlerdir.
Terörist, emperyalistler ve işbirlikçileridir… Emperyalizme tutarlı bir şekilde karşı olmayanlar ve savaşmayanlar, emperyalizmin terör olgusunu bilerek görmezden geliyor ve gelecekteki iktidarlarını da, emperyalizmle birlikte oluşturmayı planlıyorlar demektir. Bu tarz; barış, demokrasi, terörizme karşı olma vb. birçok kılıfla karşımıza çıkan ve çıkacak olan, düzeni koruyan, ona yönelen devrimci şiddet karşısında saf tutan bir gelişmedir…
Bağımsız bir örgüt, bağımsız bir ülke, özgür bir halk ancak emperyalizmin ideolojik, politik, kültürel, tüm politikalarından kopuş sağlayarak ve savaşarak kazanılabilir.
*
Dayı Diyor ki;
-Tarihimizi silemezler. Çünkü tarihimiz kanla yazılmıştır.
-Gözaltına alıyor, tutsak ediyor, basıyor, yasaklıyor, katlediyorlar. Çünkü düzenlerinin yıkılmasını istemiyorlar.
-Hep kazanacağız, çünkü biz halkız.
-Umut daha büyüyecek, zafer daha yakınlaşacak! Dilemiyoruz; biliyor, inanıyoruz.
Çünkü gerçekleştirecek olan biziz!
-Bedel ödemeden çözüm önerenler de, isteyenler de aldanmaya devam ediyor. Çünkü böyle bir çözüm yolu yok!
-Emperyalizm Halkımızı Teslim Alamayacak;
Çünkü Halkımızın Kahramanları Var!
-Sosyalizme özlem, daha da büyüyecek, çünkü onurlu yaşamanın tek yolu sosyalizmdir.
-Sistem iflas etmiştir; çünkü temelindeki mantık yanlıştır
-Devrimin engebeli, sarp yollarında emperyalizme ve oligarşiye karşı bağımsızlık, demokrasi, sosyalizm yürüyüşümüz hiç durmadı; çünkü hiçbir irade devrimcilerin iradesinden üstün değildir!
-Çözemezler; çünkü sorunun kaynağı, bu sömürü düzenidir.
-ideallerimiz için ölürüz, çünkü ideallerimiz için yaşıyoruz.
-Düşüncelerimizi baskıyla, zorla, saldırılarla değiştirmeyiz.
Çünkü biz Marksist-Leninist’iz.
-Böyle olur işbirlikçi oligarşinin ekonomisi, çünkü tanrıları kapitalizm, peygamberleri IMF’dir.
-Ayrı ayrı ve biriz… Tek tek ve çoğuz… Çünkü direniyoruz
*
Dayı Diyor ki;
Emperyalizmin ye oligarşinin saldırıları ne denli şiddetli olursa olsun biz, bağımsız, demokratik, sosyalist
Türkiye için mücadeleyi büyüteceğiz. Çünkü halklar için kurtuluşun ön şartı; emperyalist bağımlılıktan kurtulmaktır.
Emperyalizm Halkımızı Teslim Alamayacak;
Çünkü Halkımızın Kahramanları Var!
*
Dayı Diyor ki;
Siy asi ve ideolojik Önderliğini Emperyalizmin Yaptığı;
1-Teslimiyet
2-Uzlaşma
3-Tasfiye
Dayatmaları Karşısında Tek Çözüm Savaşmaktır. Savaşacağız!
Cephe uzlaşmazdır, devrim ve iktidar hedefinden vazgeçirilememiştir. Çünkü ancak devrim ve iktidar iddiasından vazgeçenler uzlaşmaya açık hale gelirler. Uzlaşmazlık; Savaşma ve Kazanma Azmidir!
*
Dayı Diyor ki;
Emperyalizmin ve oligarşinin saldırıları karşısında çoğu zaman tek kaldık. Ama doğruları savunurken yalnız olmaktan korkmadık, tek başımıza kalsak da direndik, doğrularımızı savunduk.
Karşı devrim rüzgârlarının en yoğun estiği yıllarda sosyalizmden asla vazgeçmeyeceğimizi, emperyalizmle asla uzlaşmayacağımızı haykırdık.
Ne bayraklarımızdan orak ve çekici çıkarmayı düşündük, ne de silahlarımızı bırakmayı. Sosyalizmin sorunlarının çözümü sosyalizmdedir dedik. Dersler çıkarmaya evet, sosyalizmi inkâra hayır dedik.
Silahlı-silahsız bütün alanlarda mücadelemizde orak-çekiçli bayrağımızı dalgalandırmaya devam ettik. Solun legalizme övgüler düzdüğü zamanlar dağlarda, sokaklarda, hapishanelerde, üslerde son mermimize kadar çatıştık. Hiçbir zaman yolumuzu şaşırmadık; sonuç almadan vazgeçenlerden; bedel ödememek için, savaştan kaçmak için emperyalizmin tanımını, devrimciliğin gereklerini değiştirenlerden; akıllı solculardan, makul devrimcilerden olmadık. Her değişen koşulda yeni politikalar ürettik.
Yeni yollar bulduk. Süreç ve saldırılar ne kadar yoğun, kayıplarımız ne kadar çok olursa olsun mücadeleyi kesintiye uğratmadık.
İktidar hedefimizden en ufak bir taviz vermeden, devrim yürüyüşümüzü sürdürdük.
*
Dayı Diyor ki;
Faşizmin saldırılarına karşı daha çok örgütlenmeliyiz.
Faşizme karşı olan, saldırıların hedefi olan, düzenle çelişkileri olan tüm sınıf ve tabakaları, tüm halkı örgütlemeyi hedeflemeliyiz.
Çocuklardan kadınlara, yaşlılara, esnaflara herkese gitmeliyiz. Kimi nasıl örgütleyeceğimizi en ince ayrıntılarına kadar düşünmeliyiz.
Halkın kendi örgütlülükleri yaratılmadan, neyin nasıl yapılacağı, nasıl savaşılacağı konusunda halkın katılımı sağlanmadan halk örgütlenmeleri yaratılamaz, yaratılsa da işlevli ve kalıcı olamazlar. Faşist terör karşısında halkın kendini nasıl savunacağı bu Savunmada hangi araçları nasıl kullanacağı, ancak halk komitelerinin, halk meclislerinin örgütlenip gelişmesiyle netleşirler ve benimsenirler.
*
Dayı Diyor ki;
Emperyalizme karşı savaşmak ve dünyanın neresinde olursa olsun, emperyalist teröre karşı çıkıp dünya halklarının yanında yer almak, ülkemiz devrimci hareketinin onur sayfalarıdır.
Bu amaç için, yüzlerce şehit verdik.
Bugün, emperyalizmle uzlaşıp, politika yapmaya çalışanlar, bu tarihe ve halka sırt çevirenlerdir. Halka karşı bu tavrın önünde barikat olacağız. Emperyalizmin her yıl, “terörist” listelerine örgütümüzü koyması ve tehlikeli göstermesi bizim için bir onurdur. Bu, şehitlerimizin bize bıraktığı mirastır. Emperyalizme karşı savaşı yükselterek bu onuru sürdüreceğiz.
Emperyalizme karşı savaş sürdürülmeden, Devrimci Halk iktidarı kurulamaz. Kurulacağını iddia edenler, emperyalist egemenliği ve yeni sömürgeciliği Halk iktidarı görünümünde gizlemek isteyenlerdir.
*
Dayı Diyor ki;
Emperyalizm geri bıraktırılmış yeni sömürge ülkelerde, ekonomik, politik, kültürel, askeri olarak egemenliğini devam ettirmekle ülkedeki faşist terörden doğrudan sorumludur. Emperyalizme, halkların Sorunlarını çözecek misyonlar yüklemek, emperyalizm ve işbirlikçi egemen güçler ilişkisini- anlamamak bir yana, emperyalizme manevra alanları sağlayarak, halklar üzerinde yeni oyunlar oynamasına ve- daha çok terör uygulamasına yol açmak demektir. Bu anlayış, öylesine geliştirildi ki, dost, düşman, ilerici, anti-emperyalist ve emperyalizm kavramları unutuldu, unutturulmaya çalışıldı. Her şey emperyalizmin şiddetini üzerlerine çekmeme adına onlara yaltaklanmaya kadar vardı.
Bu düşünceler, ideolojik, ekonomik, kültürel, askeri hemen her noktada gelişerek emperyalistlere büyük bir özenti hâkim oldu. Ulusal kurtuluş, bağımsızlık ve sosyalizm; emperyalizmin, “yüce” değerleriyle bağdaştırılarak, emperyalizmin propagandalarını yapar hale geldiler. Emperyalizme karşı olan ve emperyalizme karşı savaşılmadan bağımsızlığın ve sosyalizmin sağlanamayacağını savunan hemen tüm güçler, terörist ilan edilerek tecrit edilmeye, hatta ihbar edilmeye kadar vardırıldı. Emperyalizmle uzlaşmak için artık her şey mubahtır. “İlkellik, geri kafalılık, değişen, dünyayı anlayamamak” teorileri, tekellerin iletişim katkılarıyla halk kitlelerine götürüldü.
*
Dayı Diyor ki;
Ahlaksızlık, ruhlarına işlemiştir onların. Burjuvazinin ahlakı yoktur. Vatanı satanların, kendi halkına kurşun sıkanların, halkı emperyalistlerin ellerine teslim edenlerin ahlakı olabilir mi?
Bağımsızlığı simgeleyen millet meclisini, meclise bağlı olan bakanlıkları; Amerikan başkanlarına, IMF temsilcilerine, Amerikan ajanlarına komşu kapısı yapanların ahlakı olabilir mi?
- •
Üzerinde binlerce insanın kanı olan bayrağı kirletenlerin ahlakı olabilir mi?
Onuru, namusu; Amerikan Conileri’nin ayakları altına verip, paspas ettirenlerin ahlakı olabilir mi?
- •
Ülkemizi fütursuzca satanların, halkın namusuna el uzatıp, kirletmeye çalışanların namus anlayışından bahsedilebilir mi? Burjuvazi namus-ahlak kavramlarının içini bilinçli bir şekilde boşaltmıştır.
Kendi namussuzluğunu, bilinçli bir şekilde halka yaymaya çalışmıştır.
*
Dayı Diyor ki;
İyi yöneticiliğin kıstası yetiştirdiği yöneticilerdir!
Yönetici; sistemli, hesaplı, öncelikler saptayarak ve mekanizmalar kurarak koşacak ve koşturacak… Örgütleyen, örgütlemeyi öğreten, yapan ve yapmayı öğreten olacak.
“İş” yaparken kıstasımız nedir? Yaptığımız işin niteliğini belirleyen ölçü kadrolaşmayı gerçekleştirmek, hızlandırmaktır.
*
Dayı Diyor ki;
Emperyalizme karşı olmakla, işbirlikçilerine karşı olmak birbirinden ayrılamaz.
Sözde anti-emperyalist söylemi sürdürerek işbirlikçileriyle ittifaklar içerisine girmek ve bu işbirlikçilerle birlikte devrimci harekete karşı tavır almak doğrudan emperyalizmin bir faaliyetidir.
Emperyalistler ve işbirlikçilerinin terörü tartışılmaz bir gerçektir. Bu terör karşısında doğru veya yanlış taktiklerle de olsa, sürdürülen mücadele meşrudur ve “solum, halktan yanayım, emperyalizme ve devlet terörüne karşıyım” diyen herkes, bu meşru mücadelenin yanında olmak zorundadır. Dahası kuru, soyut sözlerden çıkıp dayanışmaya, desteğe, hatta güç ve eylem birliklerine dönüşmek zorundadır.
Her şeyiyle, tüm gücüyle emperyalizme, faşizme ve bunların terörüne karşı çıkıp bu teröre karşı sürdürülen mücadeleyi desteklemeyenlerin, barış, demokrasi, insan hakları ve demokratlık gibi düşünceleri sahtedir.
*
Dayı Diyor ki;
Emperyalizme ve Faşizme Karşı Savaşmayan Vatansever Değildir.
-Vatanseverlik, yalnızca devrimcilere özgü değildir. Teorik olarak, vatansever olmak için Marksist-Leninist olmak gerekmez, mutlaka sosyalizmden yana olmak da gerekmez. Ama bugün emperyalizme karşı tutarlı, kararlı bir vatanseverlik, yalnız devrimciler tarafından ortaya konulan politik bir tutumdur.
-Vatanseverlik, vatanının bağımsızlığını, halkının özgürlüğünü istemek; bağımsızlığı ve özgürlüğü kazanmak için mücadele etmektir. Gerektiğinde o toprak parçası için canını verebilmektir.
Bir insan düşünün, bedeni alevler içinde. Yoldaşlarına karşı vahşi bir saldırıyı durdurmak için tutuşturmuş bedenini. Hapishane maltası’nda alevler içindeki bedeniyle, vahşi saldırıyı düzenleyenlerin üzerine doğru yürüyor. Kurşunlar yağdırılıyor bedenine. Alevler içindeki bedenden tek bir slogan yükseliyor o anda: “Yaşasın Bağımsız Türkiye!” Benzer sahneler, bir başka hapishanenin havalandırmasında, kuşatılmış bir üste de tekrarlanıyor. O anda “F Tiplerine Hayır” sloganı da, karşısındaki katilleri lanetleyen bir slogan da atabilir. Ama ister tutsak bir devrimci, ister kuşatılmış bir savaşçı olsun, son nefesinin bir bölümünü mutlaka o sloganı haykırmaya ayırıyor: “Yaşasın Bağımsız Türkiye!” Ve o slogan, bu ülkede, yalnızca devrimcilerin gerçekleştirdiği yürüyüşlerde, mitinglerde, gösterilerde duyuluyor. Bu ülkede, “bağımsızlık” mücadelesi, yalnızca devrimciler tarafından sürdürülüyor; emperyalizme karşı mücadele edenler yalnızca devrimciler.
*
Dayı Diyor ki;
Barışın Adaletin Ve Özgürlüğün Kısacası Kurtuluşun Yolu Çok Basit Ve Sade 3 Kelime
“Bağımsızlık, Demokrasi, Sosyalizm”
*
Dayı Diyor ki;
Halka yaşadıklarını sorgulatırsak, öfkesini düzene yönlendirmesini sağlarız.
Halkımız; düzen tarafından yozlaştırılmış ve hızla da yozlaştırılmaktadır. Biz; kendimize güvenli olur ve düzenin batağına düşmüş insanlarımızı kendimizden uzaklaştırmaz, aksine onları da değiştirmek için emek harcarız. Halkı mücadeleye çağırmak için afiş, bildiri gibi araçlarla sınırlı kalmamalıyız. Emek harcamalı; tek tek kişileri, kişiliklerini, çelişkilerini, yaşamındaki her şeyi dikkate alarak ikna etmeliyiz.
Halkın günlük sorunlarına çözümler bularak, dayanışmalar örgütleyerek, yoksul halka yaşamsal ihtiyaçlarını sağlarken; amacımız, onların sorunlarının böyle böyle çözüleceği düşüncesini oluşturmak değil, onların yaşamlarına girip orada bir kültür oluşturup, onlara iktidara yönlendirecek bilinci vermektir.
Halkın sorunlarının tek çözümü; eğitimin, barınmanın, sağlığın, beslenmenin herkesin hakkı olduğu ve karşılandığı, sosyalizmdedir.
*
Dayı Diyor ki;
Devrimci düşünce bize değişimin ve dönüşümün önce kendimizden başlaması gerektiğini öğretir.
Kendini değiştiremeyen başkasını değiştiremez.
Bir çıkmaza girdiğinde değiş.
Yenilen.
Nasıl?
Sorun konusundaki her şeyi yeni baştan ele al.
Tek tek yeniden düşünen adım adım ilerle.
Hiçbir şeyi belirsiz bırakma!
Her makul soruya bir makul cevap bul.
Emin olduktan sonra karar al.
*
Dayı Diyor ki;
1-Halkın olduğu her yerde örgütlenmek, ideolojik gücümüzü ete kemiğe büründürmek zorundayız.
2-İdeolojik güç, önemlidir; fakat halkın her kesimi içinde örgütlenmezsek, o zaman ideolojik gücümüzün savaşta bir etkisi olmaz.
3-Sahiplenme duygumuz eksikse; doğruyu görsek bile harekete geçmez, mücadele etmeyiz. Sahiplenme duygusu, ideolojik güçlenmeyle birlikte artar ve gelişir. O zaman önümüzdeki engellerle daha güçlü savaşırız.
4-İdeolojik Güç; bir devrimcinin en büyük silahıdır.
5-Bilenen bıçak keskindir. Netlik; bilenen bıçak gibidir, güçlü bir silah gibidir, kişiye güç katar.
6-Tereddüt ne kadar güçsüzleştirirse, netlik o denli güç verir. Aslında bütün duyguların temelinde, ideolojik güç vardır.
*
Dayı Diyor ki;
Burjuvazi, halkların emperyalizme karşı savaşını ya silahlarla bastırmaya çalışır ya da ideolojik olarak. Burjuvazinin savaş karşıtlığı ve barış savunuculuğu, halkların emperyalizme karşı savaşını önlemekten başka bir amaç taşımaz.
O kadar savaş karşıtı, o kadar barışçıl iseler, neden dünyaya büyük felaketler, yıkımlar, ölümler getiren savaşlar engellenememiştir?
Çünkü;
Emperyalizm, her yere özgürlük için değil, hâkimiyet kurmak için mücadeleyi sokan finans kapital ve tekeller dönemidir” der Lenin.
Emperyalizm yenilmeye mahkûmdur. Çünkü haksızdır ve tüm haksız olanlar gibi eninde sonunda tarihin çöplüğüne gömülecektir.
*
Dayı Diyor ki;
Dünyanın Türkiye’sinde devrim yapacağız. Yolundan sapmayan bir yürüyüşü sürdürüyoruz. Düşmana Anadolu’da devrimciliği bitiremeyeceğini gösterdik.
Umudu yok edemeyeceğini gösterdik. Ancak henüz, zaferi kazanmış değiliz. Savaş sürüyor. Düşman her alanda saldırıyor. İdeolojik olarak saldırıyor. Kültürel olarak saldırıyor. Psikolojik olarak saldırıyor.
Devrimin mümkün olamayacağı inancını yaymaya çalışıyor. İdeolojik, fiziki, psikolojik saldırılarla devrim umudunu kafalarda bitirmeye çalışıyor. Bu konuda düşman genel olarak solda bir başarı elde etmiş olsa da özel olarak Parti-Cephe nezdinde tek bir adım atamamıştır. Çünkü düşmanın ideolojik, fiziki, psikolojik saldırılarına karşı koyacak çok güçlü barikatlarımız var.
İddiamız büyük; Değişmeyeceğiz! Dünyada tek başımıza da kalsak değişmeyeceğiz. Zaferi şehitlerimize armağan edeceğiz. Bu iddiayı hayata geçirecek olan Partimiz önderliğindeki örgütlü halktır.
Bütün sapmalar, savrulmalar, M-L’den kopuş ve cüretten yoksunluktur. Emperyalizm tarafından işgal edilen, dahası işbirlikçiler aracılığıyla, emperyalizmin, içsel olgu haline geldiği bir ülkede, savaş uzun sürelidir. Çok cephelidir. Çok yönlüdür.
Emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı verilen mücadelede, öncelikle doğru stratejinin belirlenmesi şarttır. Bu stratejinin her dönem doğru uygulanması için, ana halkayı yakalamak esastır. Ana halkayı yakalamak, temelde iki şeye bağlıdır.
Marksist-Leninist bakış açısı ve siyasi cüret. Bütün sapmaların, savrulmaların, düzeniçileşmelerin altında yatan Marksist-Leninist bakış açısından ve cüretten yoksunluktur.
Hareketimizi, diğer sol’ dan ayıran en temel özellik, mücadele tarihimizin her anına damgasını vuran M-L bakış açısı ve cürettir. Stratejik hattımız, anti-emperyalist, anti-oligarşik halk devrimidir. Bu hattı değiştirmedik. Değiştirmedik çünkü dünyamızda ve ülkemizde bu stratejik hattı değiştirmeyi gerektirecek herhangi bir gelişme, değişme yaşanmadı. Yolumuzdan sapmadığımız için sağa, sola savrulmadık.
*
Dayı Diyor ki;
Yoksullar içinde örgütlenmek, yozlaşmaya karşı mücadele etmektir aynı zamanda. Kültürel, ahlaki, ideolojik tüm boyutlarda ısrarlı bir çalışma gerekiyor.
Yozlaşmaya karşı mücadelede dikkat edilmesi gereken bir diğer nokta, yozlaşma batağına sürüklenmiş insanların durumudur. Bu insanlarımızı, başta da gençlerimizi dışlanması değil, örgütlenmesi gereken güçler arasında görmeliyiz.
Gençlerin öfkelerini umutlu bir öfkeye dönüştürmek, doğru hedefe yönlendirmek de bizim işimiz olmalıdır. Kimse bu işin kolay olduğunu söyleyemez elbette. Eğitimsizlik, ekonomik çaresizlikler, hayatın onlar için bir karabasana dönüşmesi, vahim ölçülerde bir apolitikleşmeyi de beslemektedir.
“Varoş devrimciliği”, sadece burjuvazinin değil; küçük burjuva reformist çevrelerin dilinde de bir küçümseme ifadesi haline geldi. Proleter olmak, mizahi bir hale dönüştürüldü. Bu “teori” lerin sonucunda ayaklarına gecekondu çamuru bulaşmayanların “sosyalist”, “devrimci” partileri çıktı ortaya.
“Yoksulluk edebiyatı yapmayalım” diye diye, yoksulluk gerçek anlamda da edebiyatımızdan kaybolmuştur. Emekçi halkın yaşamını, sorunlarını ele alan şiirler, romanlar, öyküler yazılmaz olmuştur. Tam tersine oysa yoksulluğun edebiyatını yapmalıyız. Halkın gerçek yaşamı budur. Düşünceleri, duyguları, aşkları, tarihi, bunun üzerinde şekilleniyor.
Yoksulluğu yazmayan edebiyat, ancak fantaziler, gerçek üstü öyküler, polisiye ürünler veya küfür romanları yazabilir. Nitekim de böyle oluyor.
Mesele “yoksulluğun edebiyatını” yapıp yapmama değildir. Yoksullar içinde çalışıp çalışmama, yoksulluk temelinde emperyalist ve işbirlikçi tekelci burjuvazi ile karşı karşıya gelip gelmeme meselesidir.
“Yoksulluk edebiyatı yapmayalım” diyenler, yoksulluk temelinde emperyalizmle ve oligarşiyle savaşmaktan kaçanlardır.
Yoksulların örgütlenmeleri ve mücadelesi militan bir örgütlenme ve mücadeledir. Eşyanın doğası gereği böyledir bu. Bu mücadele son derece geri, ılımlı, düzen içi biçimlerde de başlayabilir, bu önemli değildir. Ama bir kez başladıktan sonra hızla radikalleşir.
Yoksulların kavgasını “sivil toplumculuğun” içine hapsedemezsiniz. Hareket ve örgütlenme bir kez radikalleşme yoluna girdi mi, önüne geçemezsiniz. “Yoksulluk edebiyatı yapmayalım” sözüyle ifade edilen kaçış bundan dolayıdır. Bu söz, reformizmin ve sivil toplumculuğun sözüdür.
*
Dayı Diyor ki;
Yalnız Değiliz;
Tüm Dünya Halklarıyla
Birlikteyiz!
Güçsüz Değiliz;
Gücümüz,
İnancımızda, Tarihsel ve Siyasal Haklılığımızdadır!
Biz Kazanacağız!
Çünkü;
Biz Halkız ve Haklıyız!
*
Dayı Diyor ki;
Devrimciler, adalet yerini bulsun isterler. Vatanımızı emperyalizmin işgalinden kurtarmak için dağda ve şehirde savaşırlar. Bunun için yaşar, çalışır ve yeri gelince gülerek ölümsüzleşirler, şehit düzerler.
Savaşmak için çok derin tahliller^ geniş ölçekli araştırmalar, kılı kırk yaran tartışmalar değil; onur, namus ve yürek gerekiyor. Kişilikli ve dürüst olmak, halk sevgisi, vatan sevgisi taşımak savaşmak için yeterlidir.
Bütün ezilenlerin tarihinde onurlu yeri olan, silahlı başkaldırıların ilk adımında, ezilenlerin maddi silah gücü, yok denecek kadar azdır. Vietnam halkının ilk silahları; elleri, bambu kamışları ve tuzaklardır. Birçok devrimci savaşın başlangıcında, zar- zor edinilmiş, kullananı her an yarı yolda bırakacak birkaç silah vardır.
Savaşmak için daha üstün silah gücü, mükemmel koşullar ve eksiksiz olanaklar arayanlar, savaşmaya niyeti olmayanlardır. Diyebiliriz ki, savaşmak için esas olarak silaha değil insana, yüreğe, adalet duygusuna ve halk sevgisine gereksinim vardır. Elbette bütün bu anlattıklarımızdan, silahın, savaşta önemsiz olduğu gibi bir sonuç çıkarılamayacağı da açıktır. Tüm dünya devrim tarihlerinde olduğu gibi, savaşı kazanmak için bizim savaşçılarımız da inanılmaz fedakârlıklar, / kahramanlıklar yapacak*tüm yaratıcılıklarını kullanacaklardır. Şehitlerimiz bunu dünya devrimleri pratiğinde, örneklerine çok az rastlanan fedakârlık, cesaret, örgütüne bağlılık örnekleriyle kanıtlamışlar, ileride yapılacakların ipuçlarını vermişlerdir.
*
Dayı Diyor ki;
Demokratik alanı; devrimci perspektifi kafasından çıkarmayan, demokratik alanda bir devrim emekçisi olarak faaliyet yürüten, çalışma tarzını devrimci ilkelere oturtan bir anlayışla ele almak durumundayız.
Özetle, demokratik mücadele devrim için mücadeledir.
Tek başına ‘kitlesellik’, sendikalarda olmak, dernekler, meslek odaları, birlikler vb. kurmak önemli değildir. Önemli olan hayatın her alanını devrimci bir tarzda örgütlemek, yaratılan kitleselliği iktidar bilinciyle donatmak, her düzeyde devrimci mücadeleye ve örgütlenmeye hizmet eder hale getirebilmektir.
Bu ise uzlaşmazlığı, kararlılığı, her düzeyde ve biçimde örgütlenmeler yaratmayı, yaşatmayı, sürekliliği, bir bütün olarak devrimi-iktidarı rehber edinmekten geçiyor.
*
Dayı Diyor ki;
Amacımız, Demokratik Muhalefet Değil, Radikal Silahlı Kitle Hareketini Oluşturmaktır.
Sorun, düzen içi iyileştirmeler değil, düzenin yıkılması sorunudur.
Öyleyse, nasıl bir demokratik hareket yaratacağız ki; bu, sistem sınırlarını zorlayacak, silahlı hareketle bütünleşecek ve devrime varacağız?
Her şeyden önce, kitle örgütlenmelerimiz; etkileri altında tuttukları kitleyi ve potansiyel durumunda olan dışımızdaki insanları; kendi somut sorunlarından hareketle bir araya getirmeli, onları devrimci eylemin pratiği içinde eğitmelidir.
Kitle faaliyetinde, kitleyi kabul edilebilir ve ayrıca kendi gücüyle elde edebileceği somut kazanımlara motive etmeyi önemsemeliyiz elbette, ama asıl olan bu değildir.
Bu faaliyette, talep düzeyine yükseltilen her şeyi; sadece oligarşi açısından “kabul edilebilir, gerçekleştirilebilir” taleplerle sınırlamamalıyız.
Düzenin sınırlarını sürekli zorlayan, bu mücadele sürecinde kitleler nezdinde teşhir eden, sıkıştıran ve geri adım attıran bir hat izlemeliyiz. Sonuna kadar dayatıcı, direngen bir çizgide talepleri dayatmalı ve adım adım kazanımlar elde etmeliyiz. Kendi öz gücüyle kazanılan, büyük küçük her zafer, her hak, uğrunda ödenen bedeller nedeniyle daha vazgeçilmezdir. Ayrıca, böylesi bir durum; uğrunda yeni savaşımlara göğüs gerebilecek bir potansiyel, bir nitelik de yaratır.
Böylesi bir faaliyet içinde düzeni tanıyan, dost veya düşman ayrımına varan kitleler, en demokratik, en mütevazı taleplerinin karşısında baskı ve zulmü, polis terörünü, işkenceyi, tutuklanmaları ve hatta katliamları yaşadığında, mutlaka yan örgütlenmelere ihtiyaç duyacaktır.
Kitleler kendi öz deneyleriyle, ellerinde bir gücün olması gerektiğinin bilincine varacaktır. Kendi kolluk güçlerini örgütleme gereği belleğine kazınacaktır. Öyleyse, daha başından esnek örgütlenmeler olarak şekillendirilecek demokratik kitle örgütlenmelerinde uzak görüşlü olmalı; kitlelerin öz deneyimleriyle ihtiyaç duyar hale geldiği devrimci şiddeti; tüm alan, birim, bölgelere yayabilmeliyiz.
*
İDEOLOJİK SAĞLAMLIK
Türkiye solunda ÇKP’ye AEP’ye SBKP’ye bağlı olarak, 12 Mart 12 Eylül Cuntalarına bağlı olarak, sosyalist ülkelerdeki kapitalist restorasyona bağlı olarak, yenidünya düzeninin dünya genelinde estirdiği karşı devrim dalgasının sonucu olarak, sayısız savrulmalar yaşanmıştır.
Taktik anlamda legalite’den illegalite’ye, illegalite’den legalite’ye silahlı savaştan legal particiliğe savrulmamış, örgütsel anlamda daha önceki önderliklerini şu ya da bu zamanda sağ sapmayla tasfiyecilikle mahkûm etmemiş bir hareket bulmak imkânsızdır.
İstisnası Parti Cephe’dir.
*
Dayı Diyor ki;
Şimdiye kadar, hiçbir zaferi, hiçbir değeri kolay ve ucuz kazanmadık, kimse bize bahşetmedi.
Hemen her şeyi zorla, emekle, kanla koparıp aldık. Kazandıklarımızı ve değerlerimizi korumak ve daha büyük kazanımlar elde etmek için daha çok çaba sarf edeceğiz, daha çok emek vereceğiz, daha çok kan akıtacağız…
*
Dayı Diyor ki;
Hedefimiz daha yüksek bir iktidar bilinci, daha gelişmiş bir savaştır…
Bu hedef önümüzdeki engelleri aşıcı, devrim yürüyüşümüzü hızlandırıcı bir fonksiyon görecektir.
Hedefimize sahip çıkacağız.
*
Dayı Diyor ki;
Ülkemizin birçok bölgesinde halk, düzene karşı savaşmak istemesine rağmen örgütsüzlüğünden, neyi nasıl yapacağını bilmemekten kaynaklı, ya tepkilerini yanlış yönlendirmekte ya da çeşitli din tüccarlarının gerici-faşist partilerin demagojik söylemlerine kanarak, arayışlarını buralarda sürdürmektedirler. Halk kitlelerinin bu durumu mevcut gelişmeler içerisinde bir çelişkiyi-zıtlığı ifade etmektedir. Bu çelişkiyi çözmeliyiz. Devrimin, halkın eseri olacağı basit gerçeğinden hareketle, halk kitlelerini, sınıfsal karakterleriyle ele alıp, gerici, karşı devrimci düşüncelerin geçici ve demagojik olduğunu görüp devrimci propagandayı, halkımızın değerlerini göz önünde bulundurarak şekillendirecek ve ısrarla onlara gideceğiz. Gerçekleri açıklayacağız. Zaten kendi yaşadıklarından, gerici propagandaların çelişkisini gören halk saflarında devrimci propagandanın çarpıcılığı ve somutluğu karşısında gerici propagandalar giderek etkisiz hale gelecek ve halk devrim gerçeğine ulaşacaktır.
Halk gerçeğimiz daha geniş bir zemine yayılmalı, emperyalizme ve faşizme karşı saflaştırılmalıdır. Bu saflaşma hızla yayılıyor ve netleşmeye doğru gidiliyor ama örgütsüzdür. Örgütlü hale getiremezsek, faşizm, yaşananlardan dersler çıkartarak daha şiddetli baskı ve terörle bu saflaşmayı engelleyici, dağıtıcı roller oynayabilecektir.
*
Dayı Diyor ki;
Demokratlık bir halkın haklarına, kendi kaderini tayin hakkına gerçek bir saygıyı içerir her şeyden önce. Zulüm ve sömürü altındaki bir halk, bu hakkını ancak silahlı kurtuluş yoluyla kullanabiliyorsa, demokrata düşen her şeyden önce terör bilmem ne demeden halkın silahlı kurtuluş hakkına ve savaşına saygı duymak ve giderek onu desteklemektir. Bir burjuva demokratı bile eğer gerçekten burjuva demokratı olacaksa bu böyledir. Çünkü zulüm altındaki bir halkın direnme hakkını meşru sayan ve bunu yazılı belgelere ilk geçirenler de burjuva demokratlardan başkaları değildir. İş insan hakları üzerine genel geçer konuşmaya gelince İnsan Hakları Evrensel Beyannamelerinden, Fransız devriminin özgürlük bildirgelerinden coşkuyla söz eden demokrat aydınlar, iş halkın bu hakkı gerçekten kullanmasına gelince bir anda o bildirileri unutup, emperyalizmin terör demagojilerine prim veren bir tutum içine girivermektedirler.
Gerçekten demokrat olunmak isteniyorsa bir halkın silahlı savaş ve kurtuluş hakkı, halkın şiddeti tereddütsüz savunulmalıdır.
*
Dayı Diyor ki;
Sistemlerini sürdürmek için hedef bütün halkın zihni diyen emperyalistlerin halk saflarının içindeki muhalif, devrimci, sol kesimlerin “zihni” ile ilgilenmeyeceğini düşünmek, halk düşmanlarını hiç tanımamak olur.
Neyi neden yaptıklarını, ne sonuç beklediklerini ve aldıklarını hiç anlamamak olur. Savaş gerçeğinin, sınıf mücadelesinin kurallarının, farkında olmamaktır bu. Bu bir ölüm kalım savaşıdır. Emperyalistler ve işbirlikçileri, ayakta kalabilmek için özellikle kendi sistemlerine alternatif gördükleri sol kesimlerin beyinlerini teslim almaya büyük öncelik vermişlerdir. 1990’lardan bu yana sürdürülen tasfiyecilik süreci, bu politikanın pratiği olarak şekillenmiştir.
*
Dayı Diyor ki;
Başarılı sonuçlar almamız için ayaklarımız yere basmalı. Yani gücümüzü somut gerçeklerden almalıyız. İnsan gerçekliğimizi bilip ona göre eğitim programı uygulamalıyız. Kendi gerçekliğimizi bilip iç düşmanımızla kıyasıya çatışmalıyız. Düşmanımızı tanıyıp savaşı büyütmeliyiz. Genç yaşına rağmen Türkiye devriminin yolunu yazan bir önderin öğrencileriyiz. Genç yaşlarına rağmen tasfiyeciliği alt etmiş önderlerimizin öğrencileriyiz. Herkesin sosyalizm öldü dediği bir dönemde sosyalizmi savunan bir hareketin öğrencileriyiz. Bu ideolojik netlik gücünü gerçeklerden alıyor. Biz de hayalperestliği bırakıp yüzümüzü gerçeklere döndüğümüzde, dava adamı olabildiğimizde kazanamayacağımız zafer yoktur.
*
YÖNETİCİ OLMAK ve YÖNETİCİ YETİŞTİRMEK
-Yönetici yoldaşlarımızı “yönetemez” duruma getiren eksikliklerden biri, hepimizin bildiği gibi pratik içinde boğulmaktır. Pratik içinde boğulmamanın alternatifi elbette pratikten çekilmek olmayacaktır. “Pratik içinde nasıl ve neden boğuluyoruz” sorusuna cevap verip, çözümümüzü de bunun üzerine şekillendirmek olacaktır.
-Yönetici, kendini, stratejik hedeflerimizin, plan ve programlarımızın uygulanmasının “sigortası” olarak görmelidir. Operasyonlar olacak, o stratejik hedefi düşünecek; kampanyalar, pratik görevler üst üste binecek, o bölgenin programını düşünecek; hem de hiçbir görevden, işten geri kalmadan.
-“Kadro ve yöneticiler… Stratejik hedeften uzaklaştığı noktada geçici olarak bazı başarılar elde etse de tıkanmaya, kısırlaşmaya mahkûmdur. Bürokratizmin, liberalizmin, sekterliğin, tıkanıklıkların, verimsizliğin, moral düşüklüğünün, olmazların ve yokların temel nedenlerini öncelikle burada aramak zorundayız. Bu eksikliklerin ortaya çıktığı noktada oradaki yönetici, yönetici olma özelliğini kaybetmiştir artık.
-Hiçbir yöneticimiz unutmamalıdır ki, “Her bölge ve alanın, en küçük bir birimin, askeri birliğin yöneticisi, partinin devrim stratejisinin, programının bir parçası, onu tamamlayan vazgeçilmez bir unsurdur.
-Yöneticilerimiz, kadrolarımız, pratik içinde boğuldukları için stratejik hedefleri, alan programlarını gözden kaçırıyor değil; tersine stratejik hedefler, programlar unutulduğu için pratik içinde boğulma kaçınılmaz olmaktadır.
-Yöneticilerimiz kadro yetiştirmenin, başlı başına bir iş olduğunu kavramalıdırlar önce.
Kadro yetiştirmek günlük ilişkilere, pratiğin akışına yani kısacası kendiliğindenciliğe bırakıldığında orada kadrolaşma olmaz, olursa da yavaş ve sağlıksızdır.
*
Dayı Diyor ki;
Selçuklular’dan başlamak üzere Anadolu toprakları, sömürülen, zulmedilen halkın isyanlarına beşiklik etmiş, yiğit önder ve savaşçıların, halkın kanlarıyla sulanan bereketli Anadolu toprağı isyanlarla yoğrulmuştur. İşte bu nedenle bu topraklar isyankâr topraklardır ve köklerimiz buradadır. Bir değil, on değil, belki de sayılamayacak çokluktaki bu isyanlar, ayaklanmalar, Anadolu ihtilalini büyütmüş, ona güç katmıştır. Hakça ve kardeşçe bir yaşam için, kimi beş, kimi on yıl süren bu ayaklanmalar, sömürü ve zulmün hüküm sürdüğü vatanımızda, başta bu gerçeği değiştirme kavgasını sürdüren Cepheliler’ den başlamak üzere- bir isyan, bir başkaldırı geleneğini miras bırakmışlardır.
Tarihsel akış ve gelişim kesintisizdir. Her evresi, her dönemeci, her yenilgi ve zaferi yeni bir süreci doğurur. Kavga tohumları, on yıllardır Anadolu topraklarının dört bir yanına serpilmekte, Anadolu ihtilali yoluna devam etmektedir.
Cepheliler, Anadolu topraklarında anti-emperyalist, anti-oligarşik demokratik halk iktidarı için yani emperyalizme ve işbirlikçi faşist iktidarlara karşı Anadolu ihtilali için savaşmaktadır. Anadolu ihtilali için can vermeye devam ediyoruz. Gencimiz, yaşlımız, işçimiz, öğretmenimiz, erkeğimiz, kadınımız, er geç kazanacağımız bağımsızlığımızın ve özgürlüğümüzün bedelini ödüyoruz…
*
Dayı Diyor ki;
Genel hedefleri kendi birimine uygulamaktan heyecan duyan, yaptığı işe kendisini katan, politika üreten devrimciler olmalıyız. Yalnızca kendisine söylenenleri yapmaya çalışan, görev bilincini sadece kendisine verilen talimatlarla sınırlayan, ufku sınırlı, bunu başardığında görevini yerine getirdiğini zanneden insanlarla bir yere varılamaz. Bu anlayış “hayatın ve mücadelenin gerçeği” karşısında yenilmeye mahkûmdur. Çünkü çoğu zaman kurallar yetmez, heyecan yaratmak gerekir. Sahiplenme gerekir. Heyecan var olduğunda, gereken her tür kural, yönetmelik ya da ihtiyacı kişinin kendisi belirler. Her tür gediği kendisi kapatır. Bu ruh hali olmadan her devrimci çalışma yavan kalmanın ötesinde savaşın ihtiyaçlarını da karşılayamaz… Hayat akıp gider. Sınıf mücadelesi akıp gider. Düşman gerçeği değişmeye devam eder. İşte Cepheli bu değişimin karşısında gerçeklerden bihaber eli kolu bağlı kalmayan devrimci tipidir. Cepheli, bir işe-çalışmaya kanını, canını, her şeyden önemlisi de moral ve coşkusunu kattığında bütün insanlardan sonuç alabilir. Belli kalıplarla düşünen ve iş yapan, kendisine sürekli sınırlar çizen, radikal dönüşümler yaşamaktan ürken, tereddütlü devrimciler, mücadelenin gelişmesinin önündeki en büyük engellerdendir. Devrimcilik, duygusal zaafa düşmeden, bir taraf olduğu bilinciyle hareket etmeyi gerektiriyor. Böyle bir durumda sayının azlığı ya da çokluğu değil, tavrın kendisi belirleyicidir. Devrimciler hiçbir zorluğa teslim olamazlar. Hiçbir engeli de olduğu gibi kabul etmezler ve nedenlerini buldukları her olumsuz sonucu değiştirebilirler. Her şeyden önce, yapılan işin siyasi önemini kavramalıyız. Aldığımız her işte yüksek bir sorumluluğu bilince taşımalı; yaratıcı ve cüretli olmalıyız. Sonuç alıcı ve ısrarlı davranmalıyız.
*
Dayı Diyor ki;
Uzlaşmazlık, Savaşma ve Kazanma Azmidir. Kitleleri düzenden koparıp devrim saflarına çekebilmek, yani onları değiştirmek önce kendi inancımızı sağlamlaştırmakla başlıyor. Bu ise yaşamın her anında, duygu ve düşüncede düşmana ait olan her şeyle savaşmak ve kazanmaktır.
Uzlaşmanın küçüğü büyüğü, önemlisi önemsizi yoktur. Küçük uzlaşmalar büyük uzlaşmalara, düzenin şu ya da bu parçasıyla uzlaşma düzenin kendisiyle uzlaşmaya, önemsiz bir uzlaşma vahim sonuçlara yol açan bir uzlaşmaya her an dönüşebilir.
Uzlaşma, esasında ve nihayetinde teslimiyettir.
*
Dayı Diyor ki;
20 Ekim 2000 – 22 Ocak 2007
Büyük Direniş:
Tam Yedi Yıl Aç Kaldık!7 Yıl,
79 ay,
316 hafta,
2280 gün,
25 mevsim
Abdi İpekçi Direnişi:
16 Eylül 2003 – 27 Ocak 2007 3 yıl,
40 ay,
160 hafta,
1230 gün,
13 mevsim
*
Dayı Diyor ki;
Savaşmanın savaşamamanın getirdiği korku ve kendine güvensizlik savaşan ve iddialı güçlere saldırır. Çünkü maskesi düşecektir.
Faşizm kendinden olmayan herkese ve her şeye düşmandır.
Bakın onlar silahlı biz silahsızız mantığı ile meşruluk arayanlar devleti de faşizmi de tanımıyor demektir. Faşist devletin böyle yaparlarsa kendilerini koruyacağını sanırlar. Devletin kendilerini koruyacağını sananlar, şehitler vererek gerçeği öğrenmişlerdir.
Faşizmin yenileceğine olan inanç sadece devrimcileri değil halkı da umutlu yapar.
Bütün sorun halkı faşizmin yenileceğine ikna etmektir.
Kendi gücünün farkına varmasını sağlamaktır.
*
Dayı Diyor ki;
Halkların düşmanı emperyalizmdir ve biz tüm dünya emperyalizmin önünde eğilip ona biat ederken bile uzlaşmadık, uzlaşmayacağız. Yaşayan ölüler durumuna asla düşmeyeceğiz. Kimsenin de düşmesine tepkisiz kalmayacağız.
Düşmanlarımızla uzlaşmayacağız. Devrimden başka bir çözüm olmadığını, bunun için de savaşmaktan başka bir yol olmadığını unutmayacağız. Emperyalizm halklara acının sayısız türünü yaşatırken, oluk oluk kan akıtırken, dünyayı kendi isteğine göre şekillendirirken, başka yol var diyenler beynini emperyalizmin işgalinden koruyamayanlardır. Savaşmayın, direnmeyin, ölmeyin, öldürmeyin diyenler bu savaşta halkların karşısındadırlar.
Lenin, “Ya yok olacağız, ya da gidebildiğimiz kadar ileri gideceğiz” diyordu, uzlaşmayacağız. “Yok olursak, dünya proletaryasına muazzam bir deneyim bırakacağız. Kazanırsak dünyanın ilk proleter devletini kuracağız. Ama uzlaşmayacağız, teslim olmayacağız” diyordu. “İktidarı ele geçirdikten sonra, bir adım gerilemeyeceğiz, burjuvaziye taviz vermeyeceğiz” diyordu. Katillerimizle, hırsızlarla, yalancılarla, ahlaksızlarla uzlaşmayacağız!
Düzene dair hiçbir şeyle uzlaşmayacağız.
Bitiremediniz! Bitiremeyeceksiniz!
Biz Cepheliyiz. Uzlaşmayacağız!
Devrimden vazgeçmeyeceğiz!
*
Dayı Diyor ki;
Devrimin ve savaşın sorunları, hiçbir şemaya, programa ve taktiğe sığdırılamayacak kadar büyük ve değişkendir.
Örgütlenmeler, programlar, tüzükler, taktikler, yeni çalışma biçimleri, yeni politikalar ve hemen her şey devrim yürüyüşünü hızlandırmak, engelleri aşmak, tıkanıklıkları ortadan kaldırmak ve devrime biraz daha yaklaşmak içindir.
Halk kitlelerine önderlik edecek, onları devrime götürecek bir örgüt, açmazlarını, tıkanıklıklarını veya eski tarz örgütlenmeler ve çalışma tarzlarıyla yeni açılımlar sağlayamadığını, kitlenin savaşını yükseltemediğini gördüğünde, kendini yenileyebilmeli, eski tarzını ve örgütlenme biçimini, gerektiğinde “artık eskimiş eşyadır” diyerek bir kenara itebilmeli, yerine yenilerini koyabilmelidir.
Örgütlenme biçimlerinin, programların, tüzüklerin, politik taktiklerin varlık nedeni mücadelenin ve savaşın ihtiyaçlarıdır.
Savaşın her anını yöneten parti, düşman güçlerinin neleri başarıp, nerede başarısız olduğunu, kendi güçlerini, eksik ve olumluluklarını iyi değerlendirmek zorundadır.
Düşmana, hangi cepheden, nasıl vuracağını, bu vuruş için asıl ve yedek güçlerin neler olduğunu göz önünde bulundurarak vuruş noktasını saptamak ve bu vuruşla hangi sonuçları alabileceğini bilmek zorundadır.
*
Dayı Diyor ki;
Yenilebilirsiniz, yenmesini öğreneceksiniz. Zayıf düşebilirsiniz, kalkmasını öğreneceksiniz. Bu parti kişiliğidir.
Bu kişilik, zaferin önündeki tüm engelleri aşıp geçebilecek güvene ve inanca sahiptir.
Partili kişiliği içselleştirin.
Savaş bir yerde cesaret ve cüretle sürmek zorundadır. Daha cesaretli, daha cüretli, daha kararlı olan kazanacaktır.
Bugünkü savaş gücümüzü ancak daha kararlı ve cüretli olmakla büyütebiliriz. Büyümek, düşman güçlerine vurmak, etkisiz kılmak, imha etmektir. Dağda, şehirde, ovada, zindanlarda, her yerde Parti ve Cephe anlayışıyla düşmana vurmalıyız. Vurmak kazanmaktır.
*
Dayı Diyor ki;
Emperyalistler, işbirlikçi oligarşiler, burjuva ideologları, burjuva ideolojisi ile yoğrulmuş oportünistler, revizyonistler her şeyi tahrip edebilir, bütün dünyanın bildiği gerçekleri çarpıtabilir ve puslandırabilirler. Ama kanla yazılmış, uğruna yüzlerce şehit ve binlerce tutsak verilmiş, bunlarla halkın belleğine kazınmış bir tarihi silebilecek güç yoktur.
*
Dayı Diyor ki;
Yönetici insan, yalnız kendisi çalışan değil, çalıştıran, çalışırken kolektifliğe büyük değer biçen, bu kolektiflikle insanların daha hızlı eğitileceğine ve öğreneceğine inanan, hesap sormasını, hesap vermesini bilen ve kolektif çalışmayla kendisinin de öğreneceğine inanan insandır.
*
Dayı Diyor ki;
Her Faaliyetimiz, Kitlelere;
Kendini Yönetmeyi, Söz ve Karar Hakkını Kullanabilmeyi, Örgütlü Yaşamayı, Kolektif
Üretmeyi, İllegalite’yi Öğretmeli;
Halk Savaşının Güçlenmesine Hizmet Etmelidir.
Bunu Sağlamak Politikleşmek ve Politikleştirmenin Kendisidir.
*
Dayı Diyor ki;
Uzlaşma; reformizmin, oportünizmin teorisidir. Kendi gücüne güvenmemektir. Cüretli olmamak ve bedel ödemekten korkmaktır. Yorgunluk ve bıkkınlıktır. Ancak en önemlisi ideolojik belirsizliğin doğal bir sonucu olarak politikada ve taktiklerde kısırlık ve tıkanmadır.
Kazanmak için cüreti bilgiyle birleştirmeliyiz. Cüret ancak o zaman işe yarar. Parti-Cephe ideolojisi, Anadolu ihtilalinin ideolojisidir. Savaş içinde kendini yeniden üreten, yenileyen bir ideolojidir. Bu ideolojinin, siyasal cüretin, atılganlığın temeli gelenekler yaratan direnişçiliğidir.
*
BİRKEN İKİ OLMAK İÇİN, HEPİMİZ ÖNCE KENDİMİZDEN BAŞLAMALIYIZ
Her şey, ama her şey çok küçük hedeflerle başlar.
En basit, en temel hedef, birken iki olmaktır.
İnsan!
Devrimin asli unsuru insandır.
İnsan çok önemlidir.
İnsan çok değerlidir.
İnsan varsa, örgüt vardır.
İnsan varsa, devrim vardır.
Politikalar, partiler, kurumlar, kararlar…
“İnsanlar İçin, Yine İnsanlar Tarafından” hayata geçirilirler.
Her insan, ama her insan çok değerlidir.
Az yetenekli, çok yetenekli, kavrayışı zor veya zeki, köylü veya şehirli, kadın, erkek, liseli üniversiteli…
İnsan. Devrimin temel unsuru insan; dar anlamı ile kadrolar, geniş anlamı ile kitleler.
Ve biz biliyoruz ve inanıyoruz ki; devrim kitlelerin eseridir.
Kitle çalışması yapmak için kadrolar temel unsurdur.
Kadrolar ancak kitle çalışması yapıldığı zaman ortaya çıkar.
Kitle kimdir?
En yakın çevremizdir. Taraftarlarımızda, sempatizanlarımızdır, ilişkimizdir.
Bunların her biri hem kitledir, hem kitle çalışması yapacak insanlardır.
Bunlar içinde biz kadro çalışması yaparken; yani kadro yetiştirirken, bu insanları da değerlendiririz.
En sıradan insanımız dahi pekâlâ birileri ile ilgilenebilir.
Bir evle ilgilenebilir.
Kendisi Gibi Birisi İle İlgilenebilir.
Bir insanla ilgilenmesi ile onu sınırlandırabiliriz.
Kendisi gibi birisini daha bulmalı ve ilgilenmelidir.
Bir dergi kendisi mi alıyor, iki dergi veririz ve ikinci bir kişiye okutur.
Veya iki evle ilgilenir. Durumuna göre bir şeyler yapar.
Böylece yüzlerce ev, kontrolümüz altında olur. İlişkimiz içinde olur.
Şu anlayış yanlıştır; “Çalışma yapmak için illa da 24 saatini veren insan gerekiyor”. Hayır, bu olmazsa olmaz değildir. Elbette bunlar olacaktır. Bir kişinin bu şekilde olması yeterlidir. Sonrası, var olan insanları değerlendirebiliyor muyuz? Sıradan bir kadın, sıradan bir ilişki, bir işsiz, herkes hatta bir çocuk kendi çerçevesinde ilişki yaratır. Kitle çalışması bunun üzerine kurulur. Eğitim bunlar üzerine sürer. İnsanlar bir yandan eğitilir, bir yandan eğitirler. Beş, on, on beş katlanarak devam eder ve çoğalırız.
İnsan ve emek; her ikisi de bizimdir. Bizim yanı başımızdadır o insanlar.
İlki bizizdir.
Biz emek verirsek, biz inanırsak insanları da inandırırız.
Her ilişkimizin mutlaka bir akrabası, bir komşusu vardır.
Her ilişkimize, bir ev, bir dergi, sadece bu hedefi verirsek; “birken beş, beşken on” oluruz. Başka da yolu yoktur.
Emek de, insan da devrim içindir.
Ama işe her arkadaşımız kendisinden başlamalıdır.
“Birken İki Olmak” Hedefi İle Başlamalıdır.” Büyük başarılar, küçük hedeflerle mümkündür.
Halkı örgütlemenin, halkı devrime katmanın başka yolu yoktur.
Suda balık, toprakta karınca, havada kuş kadar çok olan onlardır.
Hem korkak, hem cesur olanlar da onlardır.
İşte bu gerçekle; “birken iki olmak” için halkı örgütlemeliyiz.
*
BURJUVAZİNİN GÜCÜ, BİZİM GÜÇSÜZLÜĞÜMÜZ ÜZERİNE KURULUDUR.
ÖRGÜTLENMELİYİZ!
Burjuvazi çok “akıllıdır” Müthiş “yeteneklidir” de. Bilmem kaç üniversite bitirip, bilmem kaç dil öğrenip, her biri kendini adeta Einstein sanan süper beyinleri vardır onların.
Binlerce işsiz insan vardır, ama onlar fabrika kapatır.
Binlerce araba üretirler, ama “Satamazlar”.
Buzdolabı, çamaşır makinesi üretirler şekil şekil, renk renk ama alıcısı yoktur.
Adeta teknolojiyle dalga geçer gibi, milimetre ile ölçülen süper ince cep telefonları üretirler, ama devasa teknik sorunlar olduğu yerde durur.
Çünkü bu devasa, açgözlü sermayenin önündeki en büyük engel yine kendi oburluğudur. Gözü doymaz sermaye her şeyi yer bitirir, sonra kendini yemeye başlar. Onca akıllı, onca yetenekli bankerler, bürokratlar önleyemezler krizleri. Çünkü onların yetenekleri değildir belirleyici olan, burjuva sistem, kapitalizm yeteneksizdir, akılsızdır.
Neden Akılsızdır?
Neden Akıl Dışıdır?
İnsan yoktur bu sistemde.
Burjuvazi insanı bilmez, insana değer vermez.
Her şey kâr üzerine kuruludur.
Öylesine akıldışıdır ki; sırf rekabet yüzünden dünya halkları açken, açlıktan kırılırken, sütleri nehre, buğdayları denize döker, patatesleri gaz döküp yakar.
Ama yine krizleri önleyemez.
Bakmayın öyle şık, havalı, üstenci görüntülerine.
Bunların hepsi o sömürücü katil yüzlerini gizlemek için kullandıkları maskelerdir.
En vahşi düşmanlıkları onlar büyütürler.
En koyu kini onlar ekerler.
Yalan, kara çalma, onlardan sorulur.
Yaşamak için bunları yapmak zorundadırlar.
Haksızlıklarını perdelemek içindir sadece.
Kasım kasım kasılırlar her yerde. Tüm bunlar yeteneksizliklerini örtmeye yetmiyor.
Oysa bu çapulculara, biz engel olabiliriz.
Onlar tüm güçlerini bizim güçsüzlüğümüzden alıyorlar.
Onlar tüm saldırganlıklarını, bizim örgütsüzlüğümüzden alıyorlar.
Devrim kitlelerin eseri olacak evet.
Buna inanıyoruz.
Krizlerini çözmek için bunları yaparlar.
O centilmen, şık, burunları kırk karış havada burjuvalar, yağmacı ve çapulcudurlar aslında. Halkları birbirine düşürmek, tek tek ülkeleri gizli-açık işgal etmek, onlardadır. Bu yağmayı ve çapulculuğu tüm dünya çapında yaparlar üstelik. Ama her iki emperyalist savaşta da ağızlarının payını almışlardır. Birinci Paylaşım Savaşı’nda Lenin sosyalizmi armağan etmiştir dünya halklarına. İkinci yağma, çapul savaşında ise, dünyanın üçte biri onların pazar alanının dışına çıkmıştır.
Elindeki bunca güce rağmen, bu kadar zenginliğe rağmen “Yönetemiyor İşte”.
Krizlerden Çıkamıyor.
Çünkü kapitalizmin kendisi akıldışıdır.
Burjuvazinin o kibirli halleri, çok teşhir olmuş sömürü ve hır-
“Hiç kimsenin adam yerine koymadığı halkı, yoksulları örgütleyin, bu da yetmez, iktidarı onlar almalıdır…” diyor ustalarımız.
Tıpkı ustalarımız gibi “Milyonlarca Kum Tanesinden, Kum Tepesi Yapacağız”.
Milyonlarca Güçsüzden, Güç Yaratacağız.
Yaşadığımız her yerde halkı örgütlemeli, halk örgütlülükleri yaratmalıyız. Örgütlenmeliyiz.
Krizleri halk iktidarı çözer.
Yoksulluğu halk iktidarı çözer.
Halka güvenmeliyiz.
Halkın yaratıcılığının önünde hiçbir engel, hiçbir güç duramaz.
Bilmiyorsa, öğretmeliyiz.
Korkuyorsa, aştırmalıyız bu korkuyu.
Cahilse, eğitmeliyiz.
Mutlaka örgütlemeliyiz halkı.
Halkın örgütlü gücü karşısında, ne burjuvazi ne emperyalistler duramazlar. Burjuvazinin ve emperyalizmin direncini örgütlenerek kırabiliriz.
Mutlaka Örgütlenmeliyiz.
*
“BİZİM ŞEHİTLERİMİZİN MEZARINDA OT BİTMEDİ”
VE ASLA BİTMEYECEK
Şehitlerimiz;
Kavgamızın kaleleri onlar.
Her bir şehidimiz Anadolu’nun köy, kasaba ve şehirlerinde kale gibi duruyorlar.
İnancımızın kaleleri.
Direnişimizin kaleleri.
Kavgamızın sürekliliğinin kaleleri.
Burjuvazinin tüm saldırılarına karşı savunmamızın en güçlü kaleleri onlar.
Hala onlar siper ediyor kendini inancımıza saldırdıklarında.
İşte diyorlar, biz varız bizi aşamazsınız, bir kere daha öldüremezsiniz ya… Biz ölerek yarattık bu değerleri. Siz karalayarak yok edemezsiniz diyorlar.
Ve bize Dayımızın mirasıdır;
Şimdiye kadar şehitlerimizin mezarının üzerinde ot bitmedi.
Bundan sonra da bitmeyecek!
Şehitlerinin mezarlarında ot biten bir devrimci hareket, yok olmuştur esasında.
Onlar morg kapılarında bırakmıştır devrimi.
Biz daha morg kapılarında örmeye başladık direncini şehitlerimizin.
Onları hüzünlü gençlik anılarında bırakanlar, bir gazete ilanına mahkûm edenler gibi asla olmadık.
Bizim şehitlerimiz, hem anılarımızın hem kavgamızın tam ortasında oldular, hep yanı başımızda oldular.
Onlarla hep birlikte olmaya devam ettik.
Çünkü fiziken ayrıldılar aramızdan ama yarattıkları ve yaptıkları hep bizim rehberimiz oldu.
Yeri geldi şehitlerimizi yeni şehitlerle andık.
Onlarla büyüdük.
Onlarla zenginleştik.
Onlarla zorlukları aştık. Onlarla güldük.
Onları hiç unutmadık…
Onar onar katledildik bir gecede.
Bir gecede tüm yönetim mekanizmamızı kaybettik.
Ama yine onların öğrettikleri ile yeniden, yeniden kurduk hayatı.
Onlarla yeniden, yeniden var ettik mücadeleyi.
Bu nedenle ot bitmedi mezarlarında.
Onlarla kahramanlığı kitleselleştirdik.
Çocuklu anneler katıldı şehitlerimize.
İki kardeş birden hem dağda hem şehirde omuz omuza şehit oldular.
Kendi kanları ile işlediler inançlarını duvarlara.
Bunların hiç birisi hiç bir tüzük de yazmadı.
Hiçbir örgüt programında yer almadı.
Hedeflerimize ne zaman ulaşacağız? Zaman veremeyiz…
Ama zaferimizin garantisini veririz.
Bu garanti şehitlerimizdir. Onlar bize sahip oldukları her şeyi verdiler.
Beyinlerini, yüreklerini, yaşamlarını, sahip oldukları her şey bunlardı ve hepsini verdiler bir çırpıda.
Hiç korkmadılar mı onlar?
Herkes korkabilir ve herkes korktuğu gibi korkuyu da yenebilir.
İşte hayatın doğallığı budur.
Hiç mi hata yapmadılar?
Hatasız bir devrimci mücadele mümkün değildir. Hiç hata yapmayan hiçbir şey yapmayandır.
Hatalarından çıkardıkları ile büyüdüler.
Ve yaptıkları tüm hataların bedelini şehit olarak ödediler; bu bedel bizim en büyük zenginliğimiz oldu.
Dayımızın öğrettiği gibi, bizim mezarlarımızda ot bitmedi ve şimdi yine ona söz veriyoruz, bitmeyecek!
Onlar bizim kalelerimiz oldular.
Anadolu’nun her şehrine, her köyüne kaleler dikmeye devam edecek kavga. Kesintisiz tereddütsüz.
*
ÖNYARGI SUÇLULUKTUR!
BİZ DEVRİMCİYİZ GEREKİRSE HER ŞEYİ YIKAR YENİDEN YAPARIZ
Biz devrimciyiz. Çaresizliği kabul etmeyiz. Gerekirse her şeyi yıkar, yeniden yaparız.
Yeter ki sorunu anlayalım.
Yeter ki çözüm, devrimci yöntemlerle olsun.
İnsanlara Karşı Önyargılı Olmak Suçtur!
Önyargı burjuva ideolojinin en kokuşmuş, en çürümüş artığıdır.
Oysa devrimciler bilir ki; “Herkes ve Her Şey Değişir”.
Marks bize değişmeyen tek şeyin değişim olduğunu öğretmiştir.
Herkes değişir. Yeter ki devrimci kalsın.
Yeter ki devrimci olsun.
Hayata yenilmemenin tek yolu insana güvenmektir.
Bu konudaki en önemli adım sorunları ertelemeden konuşmaktır.
Ertelemeden, açık açık konuşmak ve konuşarak çözmek.
Hiç bir sorunu ertelememeliyiz. Ertelemek, beklemek ölümdür.
Bir sorun varsa mutlaka çözmeliyiz. Beklemek, ertelemek bir boyun eğiştir.
Devrimci insan; boyun eğmeyen, razı olmayan insandır.
Ertelemek, devrimci bir tarz değildir.
Değişmek ve değiştirmek söz konusu olduğunda, “şimdi” çok önemlidir. Eğer şimdi değilse, gerekçeler üretmek her zaman kolaydır.
Kolaycılıksa tehlikelerin en büyüğüdür.
Bahaneler, kaygılar, küçük hesaplar, alınganlıklar derken her zorluk kaçışın bahanesi haline gelir.
Unutmamalıyız ki; “daha sonra…” demek “hiçbir zaman” demektir. Şimdi, hemen! Aslolan budur.
Biz devrimciyiz. Herkesin kendi başının çaresine bakmasının akıllılık olduğu bir toplumsal düzende devrimcilik bir ayrıcalıktır.
Önyargılı olmak; sıradanlıktır. Önyargılı olmak; subjektivizmdir.
Önyargılı olmak; “Böyle Gelmiş Böyle Gider” demektir.
Yani esas olarak “İnançsızdır” önyargılı kişi.
Devrimci olmakta ve devrimci kalmakta esas olan, değişime ve insana inançtır.
Önyargılı, insana ve değişime inanmayandır,
Önyargı, akla karşı güvensizliktir. Hatta akla, düşünceye düşmanlıktır.
Düşmanlıktır. Çünkü devrimci tarzın tam karşısında, ona karşı, ona rağmen değişime rağmen önyargıyı savunur.
“Ben düşüncemi söyledim”, “Bence”, “Bu da benim düşüncem”, “Hiç mi özel düşüncemiz olmayacak”, “Fikrimi söyledim suç mu?” ve buna benzer daha birçok “Masum Kelime” ardı ardına dökülür önyargılının dilinden.
Evet, suç!
Evet, yanlış!
İlk akla geleni, dilinin ucuna ilk geleni söylemek suçtur. Bozgunculuktur. Söylediklerinizin bir mantığı olmalıdır. Bir düşünce sistemi sonucu oluşmuş fikirler olmalıdır.
Neden-sonuç bağı olmalıdır söylenenler arasında.
Herkes her aklına geleni söyleyip, “Bu benim fikrim” diyemez. Küçük burjuvazinin, Sahte Dünya Görüşüdür Bu. Böyle bir düşünce sistemi yoktur. Değerlendirmelerde kaba ve pervasız olacaksın, teoride ise idealizmi savunacaksın, yani “Bu böyledir diyeceksin” ve bunun adı da “Benim Düşüncem” olacak. Hayır, yoktur böyle bir düşünce sistematiği. Sahtedir! Yalandır!
Gerçek Olan, maddi sebep-sonuç ilişkisidir ve bu sebep sonuç ilişkisi Değişimi Esas Alan Bir Dünya Görüşüdür. “Ben Böyle Düşünüyorum”, “O Zaman Bu Böyledir” demek devrimci değildir.
Önyargı insanları aldatmaktır.
Önyargı insanları hataya sürüklemektir.
Ve bu nedenle suçtur.
Burjuva ideolojisi, insanın aklını yalan-yanlış bilgilerle doldurur. Kurnazca, insanın aklını çelen, süslü-püslü fikirlerle tıka basa doldurur. Önyargı da bu tür bir bilgidir. Bu Tür Söylemler Hilekârcadır.
Basit ve sade olan ise değişime inanmaktır.
İnsan iradesiyle, aklının gücüyle, emeği ile
“Değişen” insandır.
İnsan; hataları ile yanlışları ile doğruları ile insandır.
*
ABARTININ NEDENİ BİLMEMEKTİR!
Tamam, ama sadece bu kadar mı? Abartı, burjuvazinin aptallaştırma aracıdır! Abartıcılar basit gerçeği göremez, sadece kendi görebildiği noktayı ise abartır.
Ne başka birisinin aklına ihtiyacı vardır, ne gözlemine.
Her şeyi sadece kendi görebildiği kadarı ile değerlendirir.
“Doğaldır” bu durum, hatta “çok masum”.
“Elbette ki öyle olacak” diye düşünülebilir.
Oysa abartıcılık devrimci değildir.
Çok rastlarız;
“Herkes Böyle Düşünüyor”, “Herkes Öyle Söylüyor”… diye başlar abartıcılar.
Çok basit bir sorudur: “Kim bu Herkes?”
En fazla sayabildiği kendisi dışında iki, bilemedin üç kişidir.
Ya da diyelim ki; gerçekten herkes böyle düşünüyordur.
Ama o herkes yanlış düşünüyorsa ne olacak!
O zaman ne yapacak bir devrimci? O da mı yanlış yapacak?
Abartıcıya göre öyle, o zaman başka yol yok. O da herkes gibi düşünecek.
“Herkese sordum kimse bilmiyor”,
“Hiç bir yerde yok”, “Mümkün değil”,
“Kesinlikle değişmez”…
Bu abartılı değerlendirmeler, giderek felaket kişiliğine bürünür. Bu kişiliği yaratan eğitimsizliktir. Bunlar hep bizi aptallaştırma araçlarıdır.
Oysa biz devrimciyiz. Biz devrimci gibi bakmak ve düşünmek zorundayız.
Devrimcilik; Gerçekleri Görmeden, Bilmeden ve bu gerçekleri Kabullenmeden mümkün değildir.
Önce gerçekleri görecek ve kabullenecektir.
Sonra değiştirmek için öğrenecek, kendini eğitecek ve değiştirme gücüne erişecektir.
Burjuvazi bizim gerçeği görmemizi engellemek ister.
O gerçeği göstermemek için, sadece onun izin verdiği kadarını görmemiz için bizi aptallaştırır.
Devrimcilik bu aptallaştırmaya isyan etmek olmalıdır.
Gerçekler Çok Yalındır, Basittir.
En Temel Sorularla Ortaya Çıkıverirler. “Neden?” Sorusu Örneğin; bir yalanı, bir abartıyı silip süpürmeye yeter.
Gerçekler Her Yalandan Çok Daha Güçlüdür!
Gerçekler Başlangıçta Sadece Fısıltıdır. Ama Giderek, Koca Koca Orduların Sesini Bastırır.
Çünkü biz o gerçekler için, bugün tek bir satırda okuyup geçtiğimiz gerçekler için yakıldık, idam edildik, kurşuna dizildik.
“Dünya dönüyor!” dedikleri için yakılan, idam edilen bilginleri düşünün.
“Uçsuz bucaksız Po ovasındaki buğdaylar hepimize yeter, ama biz neden açız!” diyen Spartaküs’ün ödediği bedeli düşünün. Bir kile buğday için 70 bin köle kılıçtan geçirilir.
Gerçekler bizimdir.
Biz her bir gerçek için, çok büyük bedeller ödedik. Kanımızı döktük.
Bruno’nun, Spartaküs’ün, Serez Çarşısı’nı sağır dilsiz bırakıp giden Marks’tan yüzlerce yıl önce yaşamış Şeyh Bedrettin’in ödediği bedellerdir bizim gerçeklerimiz.
Bu nedenle gerçeklerimize sahip çıkmalıyız.
Burjuvazi bunun için korkuyor gerçeklerden.
Spartaküs’den Marks’a,
Şeyh Bedrettin’den Mahir’e kadar, hangi gerçekle göz göze gelse, kendi yok oluşunu görüyor burjuvazi.
İşte bu nedenle yalana, abartıya başvuruyor.
Kendi güvenliği için, kendini var etmek için, abartı ve yalan gereklidir burjuvaziye.
Kavgamız bu düzeni yıkma kavgasıdır. Yeni bir düzen yaratma, yeni bir insan yaratma mücadelesidir. Bu kavgaya giren birisi, ilk önce kendini değiştirmek zorundadır.
Bunu da kavganın içinde yapabilir.
Değiştikçe kavganın içine girer, kavganın içine girdikçe daha çok değişir.
Abartı Yalandır!
Abartı Bizi Gerçeklerden Uzaklaştırır!
Devrimci olan sadece gerçeklerdir.
Abartı bizi gerçekten koparır, dolayısıyla devrimden koparır. Bugün basit, masum bir abartı gibi görünen şeyler, giderek düşmanın gücünü abartmaya evrilir.
O masum abartıcılık, o basit abartı; “olmaz”, “mümkün değil” diyerek olmazcılığın teorisini yapmak, karşı-devrime, burjuvaziye hizmet etmektir.
Abartı gerçeklerin üstünü örter.
Abartı bizi aptallaştırır.
Yüzlerce yıl “kader” diyerek aptallaştırdılar.
“Tevekkül” diyerek aptallaştırdılar.
“Başka yol yok” diye aptallaştırdılar.
“Mümkün değil” dediler. “Herkes öyle düşünüyor” diyerek bizi aptallaştırdılar.
Abartı, bizi çaresizleştirir.
Abartı, burjuvazinin bizi aptallaştırma aracıdır.
Biz devrimciyiz. Gerçekleri görmek için çok çok “zeki” olmak gerekmiyor.
Birkaç temel soru yeterlidir.
Yüzyıllardır, gerçeği öğrenmenin yolu değişmemiştir: Soru sormak ve cevap aramak. Ustalar ise bize, diyalektik ve tarihsel materyalizmi hediye ederek doğru cevaplar bulmamızı kolaylaştırmışlardır.
Artık elimizde böyle güçlü bir silah vardır.
Bu Silahla Gerçekleri Arayacak, Bulacak ve Değiştireceğiz!
Burjuvazi bizi çaresiz kılmak için çözümsüz kılmak için abartıcılığı yayıyor ve övüyor.
Masumlaştırıyor; “İnsanlık hali” diyerek bize kabul ettirmeye çalışıyor.
Hayır, abartı yalandır! Abartı, burjuvazinin bizi çaresizleştirme aracıdır.
Abartı, burjuvazinin bizi aptallaştırma yöntemidir. Hayır, biz aptal yerine koymalarına izin vermemeliyiz.
Biz devrimciyiz, “Her Sorunun Mutlaka Devrimci Bir Çözümü Vardır!”
Biz devrimciyiz, gerçek sorunu bulur ve çözeriz. Her sorun, içinde, mutlaka kendi çözümünü de barındırır.
Bilmiyorsak öğreneceğiz.
Eğitimsizsek, devrimci eğitim ile kendimizi güçlendireceğiz.
Çok çok zeki olmak gerekmiyor, bırakalım o çok zekiler, o çok bilenler burjuvazinin olsun. Bize biraz dikkat, biraz yürek ve
Sadece Gerçek Yeter!
*
Dildeki Açıklık, Düşüncedeki Berraklığın Sonucudur
KELİMELERİMİZDE ve KAVRAMLARIMIZDA DİRENMELİYİZ!
Unutulmamalıyız ki; hiçbir kavram, hiçbir kelime tek başına bir anlam ifade etmez. Kim, neden kullanıyor ona bakmak gerekir.
Her sınıf, her ideoloji kendini belli kavramlarla ortaya koyar ve tanımlar.
Devrimcilerin de, kendine özgü kavramları vardır.
Devrimcilerin de kendine özgü bir dilleri vardır.
Kanla, direnişle, uzun mücadelelerle kazanılmış kelimeler ve kavramlardır bunlar.
Bunları değiştirmek, değiştirmeye çalışmak, kesinlikle iyi niyetle izah edilemez. Altında bir amaç, bir ideolojik yaklaşım yatar.
Bu nedenle; biz devrimciler, kendi kavramlarımızı kullanmakta ısrar ederiz.
Ancak kimileri, bunların yerine burjuva kavramları geçirmekte pek heveslidir. Burjuvazinin, emperyalizmle ele ele vererek üretip, topluma empoze ettiği kavramları, ilk onlar alır ve solda meşrulaştırmaya çalışırlar.
Bu “masum ve zararsız” gibi görünen, “ne var, hepsi sadece bir kelime” veya “üsluptur, çok önemli değil” denilerek gösterilen yaklaşım aslında en tehlikeli yaklaşımdır.
Emperyalizmin ve burjuvazinin sol saflardaki en sinsi temsilcileri olan dönekler, sivil toplumcular, sahte demokratlar, sözde aydınlar; mücadele edilmesi ve teşhiri en zor olanlardır. Bunlar, emperyalizmin ve burjuvazinin ortaya sürdüğü ve her birinin ideolojik amaç taşıyan kavramlarının solda ve elbette halk saflarında meşrulaştırmasına, kanıksanmasına, kabul görmesine neden olurlar. Elbette bir kez bu meşrulaşıp, kabul gördü mü, onun ardından burjuva düşünüş tarzının girmesi de kolaylaşacak, Marksizm-Leninizm’in yüz elli yıllık mücadele içinde ürettiği ve beyinlere kazıdığı kavramlar unutulacaktır!
Emperyalizm ve burjuvazi bu konuda son derece bilinçli davranmaktadır. Bu nedenle; ’90’lı yıllardan sonra yoğunlaşan ideolojik saldırılarını, önce kavramları değiştirerek ve en çok kavramlarla oynayarak başlatmış ve sürdürmüştür? DKÖ olur; STÖ,
Halkımız olur; sivil toplum, Sınıfsal temel; sosyolojik temel
Emperyalizm; küreselleşme, Emekçi sınıflar; ötekiler, Gecekondu; varoş,
Faşizm; derin devlet, Propaganda; reklam… ve giderek
Devrimci, “terörist” kelimeleri ile özdeşleştirilir.
Marksist-Leninist doğruları reddetmek, neredeyse kutsallaştırılır ve bunun adı da olur; “ezber bozmak” !
Ve daha birçok kelime ve kavram bazen açık, bazen ince hilelerle sokulur solun diline.
Sorun sadece, dile, bu tür kelimelerin girmesi midir?
Geçici bir moda mıdır?
Değil!
Sorun, beyinleri teslim almaktır.
Amaç, Marksizm-Leninizm’i aşağılamaktır.
Her kim emperyalizmin ve burjuvazinin piyasaya sürdüğü kavramları alıp kullanıyorsa, emperyalizmin ve burjuvazinin hizmetindedir. Ve onun ideolojik saldırısına güç veriyor demektir.
Marksist-Leninist’lerin yüz elli yıllık mücadeleleri içinde ürettiği kavramlar, hem kendilerini hem de hayatı bütün açıklığı ile ifade eden kavramlardır. Hiçbir kavram onlarınki kadar gerçekleri kesin, bilimsel bir doğrulukla izah etmeye muktedir olamamıştır ve olamaz da.
Sırf bu nedenle de olsa, kavramlarımızı kullanmakta ısrar etmeliyiz. Ama bundan daha da önemlisi; kavramlar arkasında yürütülen sınıf mücadelesinin, ideolojik mücadelenin taraflarından biri olduğumuzu asla unutmamalıyız.
Bunu kabullenmek; emperyalizmin ve burjuvazinin piyasaya sürdüğü kavramlara, kendimizi kapatmaktan da öte; onlara karşı açık-net tavır almayı ve cepheden mücadele etmeyi de bir görev olarak kabullenmek demektir.
*
YAŞAM VE KURALLAR
Bazı Köşe Taşları
Biz savaşan bir örgütüz.
Savaşta iki cephe vardır: Düşman ve biz.
Amaç kazanmaktır.
Kazanan ve kaybeden, varlığını devam ettiren ve imha olan vardır. Biz kazanma iddiasında olan, buna inanan bir örgütüz.
Her türlü alçaklığı, baskı ve işkenceyi yapabilecek olan düşmanımız karşısında, biz de savaşımızın ciddiyetinin bilinciyle hareket etmeliyiz.
Hatalar, düşmanın başarısına zemin hazırlamak demektir.
Bunu çok duymuşuzdur… Ama günlük pratik içerisinde bu sözler, çoğu zaman akılda kalmaz.
Eksik, Hata, Erteleme, Gerek Yok, Bir Defadan Bir Şey Olmaz, Unuttum…
Bunlar, çok masum görünen kelimelerdir.
Ama ilk hata, bu kelimeleri masum görmekle başlar zaten.
Bu kelimeleri “Kendinize Yasaklayın”. Kullanmayın. Ve asla yapmayın.
Bedelini tutsaklıkla, yaşamımızla, yoldaşlarımızın canıyla, mücadelemizin hızını kesmekle, deşifrasyonla, moral bozukluğu yaşamakla ödeyeceksek, bunlar önemsiz olmaktan çıkmalıdır.
Kurallı yaşam zor gelir.
Kurallar, devrimciliğin kendisidir aslında. Önemli olan kuralları hissetmektir.
Bu kuralların, yıllarca ödenen bedellerle ortaya çıktığını bilmek, peşinen kabul etmek için bile yeterlidir.
Unutmayalım ki; tarihten öğrenmesini bilmeyenin, kazanma şansı yoktur.
Kurallar zamanla, bir yaşam biçimine dönüşecektir.
Devrimciliğin Özü:
Devrimci olmak, “her şeye karşı olmak” demek değildir.
Evet, düzene karşıyız, düzen kültürüne, düzen ahlakına (ahlaksızlığına) kısacası düzenin yarattığı ve yozlaştırdığı her şeye karşıyız. Karşı olmak, bizim, halktan kopuk olmamızı gerektirmez. Böyle yaparsak, biz kendimizi yalıtmış oluruz. Yozluğu kabul etmeden, ama halkımızın kendi öz kültürü ile devrimci tarzımızla gitmeliyiz.
Halkımız devrimcilerin her hareketine dikkat eder. Biz, sıradan insanlardan daha fazla dikkat etmeliyiz hareketlerimize.
Halkımızın gözü üzerimizdedir.
Devrimcilik ve Borç İlişkisi:
Borç Alıp Ödemeyen Hırsızdır!
Borç, geri verilmek üzere alınan paradır.
Borç alınan para, geri verilecektir.
Halk ilişkilerimizden ya da çevremizden borç almışsak, bunu geri vermeliyiz.
Vermezsek, sözümüzü tutmamışız demektir.
Sözünü tutmayanı kimse sevmez.
“Geleceğim” der gelmez, “yapacağım” der yapmaz, “ödeyeceğim” der ödemezseniz, insanlardan bir şey isteme hakkınız da olmaz.
Borcunu Ödemeyen Hırsızdır!
Kendi geçiminden eksiltip size borç veren insana, parasını geri vermiyorsanız, paraya zorla el koymuşsunuz demektir. Bunun adı ise hırsızlıktır.
Borcunu ödeyen insan, verdiği başka sözleri de tutacağının rahatlığını hissettirir karşı tarafa. Ve başka işlerde zor durumda kalmaz.
Güven ilişkisini yaratmak çok önemlidir. Bu bağ kurulduktan sonra, dara da düşseniz karşılığını alırsınız.
Halkımız bizim adalet duygumuzun da takipçisidir. Halkın Adaletini savunuyorsak, biz de uymalıyız ki söyleyecek sözümüz olsun.
Halk Meclisi toplantısı yapılıyor ve alacaklı-verecekli arasında bir tartışma başlıyor. Siz zamanında borcunuzu ödemediyseniz, Meclis’teki birisine bu tartışmada müdahale edemezsiniz.
Size evini açmış birisi, yorganını başına çektiğinde içi rahat uyumak ister. Bilmek ister ki; evime aldığım kişi işkencede beni satmayacak, operasyon olduğunda beni koruyacak. Ne yaparsak yapalım, belki yine de bu güvende olmaz ama davranışlarımızla biz onun bize duyduğu güveni arttırabiliriz. Borcumuza sadık olmak da, bu hareketlerden birisidir.
Borç namussa, namusumuz gibi korumalıyız sözümüzü.
Devrimcilik ve Yalan:
Yalan Söylemek Şerefsizliktir
Yalan nedir?
Yalan, doğruyu söyleyecek güveni, gücü, cesareti ve yüzü olmayanın söylediği sözlerdir. Yalancılar; olanı olmamış, olmayanı olmuş gibi gösterip gerçekleri saptıran, zamanı çalan, insanları oyalayan, aldatan, yanlış yönlendiren insanlardır.
Güvenilmez insanlardır.
Bir kere yalan söyleyen birisinin, doğru söylediğinden emin olamazsınız, içinizde sürekli bir şüphe kalır. Güvenemezsiniz.
Hiçbir şey gizli kalmaz. Her şey bir gün mutlaka açığa çıkar.
Yalan söylemek kişiliksizliktir. İnsanın önce kendisine saygısı olmalı.
Kendisine saygısı olmayanın, başkasına hiç olmaz.
Bir insan neden yalan söyleme gereği duyar? Bir devrimci, örgütlülüğün gelişmesini, güçlenmesini ister, bu yönde çalışır. Yalan söylüyorsa, artık devrimciliğinden şüphe edilmelidir. Ne kadar devrimcidir, örgütün çıkarlarını ne kadar gözetir, beyni ve yüreği ne kadar bizimledir, bunlar tartışılmalıdır.
Yalan Nelere Mal Olur?
Bir randevuya gittiniz. Sorumlunuz temizlenip temizlenmediğinizi sordu.
“Evet, temizlendim” dediniz. Ama bu bir yalandı, aslında temizlenmeden gittiniz.
Gerekçeniz ne olursa olsun, hiçbir şey bu yalanı mazur gösteremez. Böyle bir yalanın sonu, sorumlunuzun yakalanmasına kadar gidebilir. Sorumlu insanımızın yakalanması örgütlülüğümüzü sekteye uğratır. Bir yalan bunlara mal olabilir.
Yanlış bir iş yapıyorsak bile, örgütün adaletine güvenmek zorundayız.
Ağır bir ceza da verilse, gerçekleri söylemek, mutlaka en iyisidir. Örgütle aradaki güven ilişkisinin zedelenmesinin onarılması çok zordur. Yalancının, artık doğru söylediğinden emin olmak için yeni bir sınama süreci, kişinin kendini ispatlaması gere kir. Karşılıklı güven olmazsa, çalışmalardan verim alınamaz.
Devrimcilik ve Dedikodu:
Dedikodu Yapmak, Ahlaksızlıktır! Dedikodu Yapmak, Sorumsuzluktur!
Dedikodu, işsiz güçsüzlerin işidir. Gereksiz konuşmalardır dedikodu.
Merak duygusu insanın yapısında vardır. Etrafımızda olup bitenleri bilmek, öğrenmek isteriz.
Merak duygusu her zaman kötü değildir.
Sorumlulukla Birleştiğinde Olumludur Merak Etmek.
İnsanlarımız bulundukları birimlerde, işlerimizle ilgili, yürüttükleri çalışmalar doğrultusunda merak duygularıyla hareket ederlerse, çalışmalarımız gelişecektir. Mesela, 1 Mayıs eylemlerine bulunduğumuz birimde hazırlanıyoruz. Bir yerde, orijinal bir pankart, ya da yeni bir görsel propaganda aracı gördük. Bunu öğrenip, 1 Mayıs’ta uygulama isteği olumlu bir merak duygusudur.
Bazı konuşmaların bir amacı, sorunu çözmeye yarayan bir işlevi yoksa düşüncelerde kirlenme yaratır. Dedikodu yapanları ahlaksızlaştırır.
“Ayşe ile Fatma şöyle, Ali şunu şunu yaptı, Hasan’ın şu şu nitelikleri çok kötü…” türündeki konuşmalar yukarıda da söylediğimiz gibi eğer bir amaca, bir çözüme hizmet etmiyorsa, bizim görevimiz değilse “Ahlaksızlıktır”!
Halkımıza örnek olmalıyız, yozlaştırılan kültürümüzü korumalıyız diyoruz.
Gereksiz bilgi, her zaman zararlıdır. İki kişi arasındaki paylaşım kafa-kol ilişkisi şeklinde yürüyerek, birlikte hareket etmeye, birbirini onaylayarak kuralları ihlal etmeye kadar gider.
Sadece sizinle örgüt arasında olan bir sırrı başkalarıyla paylaşmak da dedikodudur. Örgütle sizin aranızdaki bu özel ilişkiyi kirletmek, bir sırrı taşıyacak olgunluğu gösterememek, zayıflıktır.
Bulunduğumuz birim ve alanda dedikodu yapmamalı ve yapılmasına izin vermemeliyiz.
Devrimcilik ve Zaman:
Devrimcilik, Verilen Zamana Uymaktır
Söz veren bir devrimci, eğer verdiği zamanda sözünü tutmazsa, bu devrimci değil Güvenilmez bir kişidir. Bir yazıyı şu gün yazarım, bir bilgiyi şu gün getiririm deyip de yapmayan devrimci değil, güvenilmez bir insandır. Ve şunu söyletmeyeceksiniz; “…. ‘nın ipi ile kuyuya inilmez”.
Evet, sizin çok çok önemli bir mazeretiniz olabilir, ama unutmayın verdiği saatte işini yapmayıp buna en iyi gerekçeyi bulan kişi, büyük işler yapamaz. O disiplinsiz, güvenilmez, bencil ve “Yalancıdır”. Asla bir dava adamı olamaz. Bu konularda kendini disipline etmezse, dava adamı olamaz. Çok küçük bir noktaymış gibi görünür. Ama o işin yapılması için, temel belirleyicidir zaman kavramı.
İnsanın zamanında verdiği sözü yerine getirmemesi belki küçük bir sözdür, ama işin yapılamamasının “Tek Nedeni” olabilir.
*
BEDEL ÖDEMEYİ GÖZE ALABİLMEK VE O BEDELİ ÖDEYEBİLMEK İÇİN,
O BEDELİN KARŞILIĞI OLAN DEĞERLERE SAHİP OLMAK GEREKİR
Biz, devrimciyiz.
Biz, Marksist-Leninist’iz.
Marksist-Leninistler, insanoğlunun en soylu damarının son temsilcileridirler.
Bu damar, adalet, özgürlük ve eşitlik damarıdır.
Özel mülkiyet ve toplumsal sınıflar ortaya çıktığından bu yana, yani, on beş bin yıldır, insanoğlu bu üç sözcükle ifade edilen değerlere hasret kaldı. Bu nedenle bütün mücadelelerinde, bütün isyanlarında bayrağına bu üç sözcüğü yazdı.
Bunlar için dövüştü
Bunlar için zalimlere direndi. İşkencelere, katliamlara, akıl almaz eziyetlere, yokluğa, yoksulluğa ve yozlaştırmaya göğüs gerdi.
Aldandı, aldatıldı!
İnsanoğlunun bu değerlere hasretini bilenler, bunları kendi çıkarlarının aleti olarak kullandı. Feodaller, burjuvalar ve nice çıkar peşinde koşanlar da, bayraklarına bu üç sözcüğü yazdı. İnsanoğlu hep belki bu sefer diye onların peşlerine takıldı.
Ama her seferinde, derin hayal kırıklığına sürüklendi.
Aldanmışlıktan yıldı…
Bezdi… Bezdirildi…
Bu nedenle, gerçekten adalet, özgürlük, eşitlik için mücadele edenlere de, uzun yıllar inanmadı. Onları kan ve ateşle sınavdan geçirdi.
Kan ve ateşle sınavdan geçirilenler bizlerdik!
Bu yolda bizlerde çok katliamlara uğradık. Binlerle, milyonlarla katledildik. Üzerimize faşist örgütler, ordular sürüldü.
Bizim için de çok darağaçları kuruldu…
Bizim için de cezaevleri yapıldı. Hem de en zalimanesi’nden, hem de canlı canlı mezara gömmek anlamına gelen hücre tiplerinden…
Bizim için de açlık, yokluk, yoksulluk dayatıldı.
Bizler de yakıldık, engizisyona çekilenler gibi… İnsan fırınlarında, hapishanelerde, kimyasal maddelerle yakıldık.
Coplarla, biber gazlarıyla her gün hırpalandık, ezildik.
Düşüncemiz yok edilmek, dilimiz susturulmak istendi.
Bazen, kopkoyu bir sansür karanlığında boğulmaya çalışıldık.
Bazen, linç edilmek için sokaklarda, evlerde, salonlarda kuşatıldık.
Bazen kurşuna dizildik.
Bazen ardımızda hiçbir iz bırakmadan kaybedilip, meçhulde yok edildik.
Ama susmadık!
Bu sözcükleri bayrağımıza ve yüreğimize kazıyarak yürüdük…
Aldatmadık! Aldatamazdık! Tarih tanığımızdır; sarf ettiğimiz her sözü uygulamayı şeref bildik.
Çünkü biz de halktık. Halkın bir parçasıydık. Halkı aldatmak, kendimizi aldatmaktı…
Evet, eşitlik adalet ve özgürlük bayrağı artık bizim ellerimiz- dedir.
Evet, bağımsızlık demokrasi ve sosyalizm bayrağı bizim ellerimizdedir.
Emin ellerdedir!
Doğru ellerdedir! Halkın ellerindedir!
Onu şerefle taşıyoruz, şerefle taşıyacağız…
İnsanoğlunun bu soylu damarının yok edilmesine asla izin vermeyeceğiz!
Ve onu er geç zafere taşıyacağız.
Biliyoruz; onu zafere taşımak ve insanlığın bu büyük hasretini dindirmek bizlere bahşedilmiş bir şanstır. Tarihin ve bilimin gösterdiği tartışılmaz gerçek budur.
Bu tarihsel görevimizi yerine getireceğiz.
Onu zafere taşımak için, gerekirse binlerce kez daha ağır şartlara katlanacak, elimizden gelen fedakârlığı esirgemeyeceğiz!
İşgal Varsa Direniş de Var!
Baskı Varsa Direniş de Var dır!
Bir Kez Karar Verdik;
Aldanmayacak ve Aldatmayacaktık.
122 kez öldük en son.
122 yıl gibi.
122 Asır Gibi Uzun Sessiz ve Mütevazı
Tam, yedi yıl.
122 kez bedel ödedik.
Çünkü adalet, eşitlik, özgürlük bayrağı bizim elimizde.
Çünkü Bağımsızlık, Demokrasi ve Sosyalizm Bayrağı Bizim Elimizde.
Çünkü biz biliyoruz ki, bedel ödemeyi göze almak ve o bedeli ödeyebilmek için, tek şey gereklidir; O Bedelin Karşılığı Olan Değerlere Sahip Olmak.
İşte Biz, Sahiptik O Değerlere. Çünkü Biz, İnsanoğlunun En Soylu Damarının Temsilcileriyiz.
Biz Devrimciyiz!
*
Dayı Diyor ki;
Devrimci Mücadelede İnsanların Niteliğini Belirleyen, Asla “Yetenekleri, Becerileri” Değildir;
Tercihleridir!
Bir insanın tercihi, devrimci mücadeleden yanaysa, gerisi eğitim sorunudur.
Gerisi emek vermektir.
Gerisi yoğunlaşmaktır.
Yetenek nedir? Özel yetenek diye bir şey var mıdır gerçekten?
Hayır, yoktur!
İnsanları, doğuştan yetenekli veya yeteneksiz diye ayıramayız.
O zaman, ırkçı olmamız gerekir.
Yetenekli insanların kromozomlarının dizilişi farklı olmalı, diye düşünmeliyiz.
Eğer, bunu kabul edersek, yaradılış teorisine inanmamız gerekecek.
Öyle olmadığını biliyoruz.
O zaman, aslolan yetenek değildir;
aslolan eğitim, aslolan yoğunlaşmak, aslolan emek vermektir.
Devrimcilik bir tercihtir.
Her tercih gibi, başka bir şeyden vazgeçmektir. İşte bu vazgeçiş nedeniyledir ki; devrimci tercih, Uzlaşmamaktır.
Tüm yaşamı boyunca insanlar, aslında, temelde hep iki tercihle karşı karşıyadırlar:
Ya uzlaşacaksın, ya savaşacaksın!
Ya uzlaşacaksın, ya direneceksin!
Yaşam, başka seçenek sunmuyor insana.
Süslü püslü görünen birçok lafın-yaşananın arkasında bu iki seçenek vardır.
Devrimci tercih isyandır.
Devrimci tercih direnmektir. Devrimci tercih her türden ihaneti reddetmektir.
Bu devrimci tercihi,
Dinamik bir şekilde ayakta tutmak için,
Unutmamak için,
Uzlaşmamak için, belli bir sıra dâhilinde, belli bir program temelinde eğitim yapmalıyız.
Belli bir düşmanla savaşmak için, bu savaşta ustalaşmak için, mutlaka eğitimi sürekli kılmalıyız.
Yapmazsak ne mi olur?
Giderek suskunlaşır, sorunları kurnazlıklarla geçiştirmeye çalışır, aşırı “dikkatli” hale gelir vb. vb… Ama sonunda düzenle uzlaşır. Adım adım farklı belirtiler verse de, son, hep aynıdır. Uzlaşma!
İşte bu nedenle; devrimci olduğumuzu asla unutmadan, her gün, her saat farkında olarak yaşamalı,
Her olaya,
Her işe, bir devrimci gibi bakmalıyız.
Yoksa sıradanlaşırız.
Yani bir devrimcinin tercihi bilincidir aslında.
Her Devrimcinin Kendi Bilinci ve Kendi İradesi Belirleyicidir.
Devrimci bilinç, bir gerçeğin kabul edilmesi değildir sadece, esas olarak o gerçeğe uygun pratiğe sahip olmaktır. Aksi lafazanlık olur.
Devrimcinin bilinci, tercihinin netliğini belirleyen en önemli etkendir.
Devrimcinin bilinci, düşüncesinin berraklığındadır.
Devrimcinin bilinci, son derece yalın ve katıdır.
Katıdır, çünkü tercihleri uzlaşmazdır.
Yalındır, çünkü düşünceleri çok nettir, o tarihten öğrenmiştir ve tüm öğrendikleri tarih içinde sınanmıştır.
Yalındır, çünkü bilir ki baskı varsa direniş de vardır.
Bir devrimcinin tercih yapması, başlı başına bir devrimdir aslında.
Ve bundan sonra, her devrimcinin kendi bilinci ve kendi iradesi belirleyicidir.
İşte, bu tercih nedeni ile hapishanelere sığmaz tutsaklık.
İşte, bu nedenle, teslim alınamaz devrimcilik.
Gerçek, çok yalın ve katıdır.
Baskı varsa, direniş de vardır.
Yalan varsa, gerçek de vardır.
Yenilgi varsa, zafer de vardır.
*
DEVRİMCİLİK BİR RUH ve COŞKUDUR
Ve Alışkanlıklarla Yapılamayan Tek İş, Devrimciliktir!
Yaygındır;
“Söyledim ama yapmadılar.”
“Söyledim ama unutmuşlar.”
“Kaç kere söylemiştim, yine yapmadılar…”
“Başka ne diyebilirim ki…”
Daha birçok değişik ifade olabilir, ama hepsinin anlamı ve Sonucu aynıdır aslında.
Bu Sözleri Söyleyen; Yapmamıştır, Yapamamıştır.
Neden mi?
“Devrimcilik bir ruh ve coşku işidir” demiştir ustalarımız.
Asıl mesele buradadır.
Yapılması gereken bir işi öyle bir söylersin ki, öyle bir anlatırsın ki, işi yapacak kişi “mutlaka yapmalıyım” ruh haline girer.
“Mutlaka sonuç almalıyım”.
İşte devrimcilik buradadır.
Bu ruh ve coşkudur.
Bunun dışındaki Hiçbir Durum ve Söz, Devrimci Değildir. Devrimcilik dışında her şeydir.
Genellikle bürokratizm olarak karşımıza çıkar.
Sekterlik, liberallik, denetlememek gibi birçok biçime de bürünebilir, ama emin olun, ortak payda Devrimci Olmadığıdır.
Devrimcilik bir ruh ve coşku işidir.
Statik mekanik bir iş değildir. Gerçek bir coşku işidir.
Coşkusuz, ruhsuz yapılan her iş, mekanikliğe götürür.
Bu coşku ve ruh olmadan yapılan her şey, burnunun ucu ile iş yapmaktır. Yapmış olmak için yapmaktır.
Bir devrimci ise, bir işi yaparken kendini paralar, elinden gelen her hüneri gösterir. Beynini ve bedenini, her şeyini katar elindeki işe.
Coşku ve devrimci ruhla yapılan iş; tüm olanakların seferber edilmesiyle, devrim için gerçek sorumluluk yüklenilmesiyle yerine getirilir.
Bu sorumluluk sadece devrimci coşkuyu mu barındırır? Bu coşku ve ruh halinin asıl kaynağı nedir?
Karşımıza çıkan en büyük sorun, buradadır aslında.
Coşku, motivasyon sadece basit bir ruh hali midir?
Elbette değil. Bu sorumluluk; devrimci coşkuyu barındırdığı gibi, karşı-devrimci güçlere karşı öfkeyi de gerektirir.
İşte, bir diğer sorun, bu öfkeye sahip olmamaktır.
Bu öfkenin yok olduğu yerde, Devrimcilik Biter. Her şeyi olağan karşılama başlar.
“Söyledim yapmadılar? Çağırdım gelmediler…” gerekçesi çok masum bir şeymiş gibi dile getirilir, sorumlular tarafından.
O sorumlu ki, her şeyi bilir.
İş bilgiçliğe geldiğinde, bilmediği hiçbir şey yoktur. Dünya harikasıdır, bilgiçlikte. Ama eksik olan şey, budur işte.
Devrimcilik, evet bir ruh ve coşkudur. Ve bu coşkunun kaynağı, devrime duyulan inanç, düşmana, burjuva ideolojisine duyulan öfkedir.
Bu öfkeyi yitirenler ise, asla farkında değildir bunun.
Onun bilgiçliği kendi durumunu görmesine, en büyük engeldir. Çünkü o asla kendine dönüp bakmaz.
O Her Şeyi Yapmıştır Aslında… Ama “Kötü İnsanlar”, Onun Söylediklerini Yapmamışlardır!
“Beceriksiz İnsanlar”, Yapamamıştır O Dâhinin Söylediklerini?
Devrimci inanç ve coşkunun temeli, evet, burjuvaziye duyulması gereken bu öfkedir. İşte, bu öfkedir, devrimciyi ayakta tutan. Bu öfkedir, ruh ve coşkuyu ayakta tutan.
Bu öfke olmazsa ne mi olur?
Önce, o devrimciyi edilgenleştirir.
O hala, üst perdeden ahkâm kestiğini sanır. Ama aslında, hiçbir belirleyiciliği yoktur insanlar üzerinde.
Bu öfkeyi yitirirse ne mi olur?
Zor anlarda, dönekliğe götürür insanı. Zor anlarda, iki seçenek vardır; ya direneceksin, ya uzlaşacaksın. Öfkesini yitiren için, uzlaşmak; yani döneklik tek seçenektir artık.
Uzun, çok uzun devrim günlerinde, bizi ayakta tutan şey, bu devrimci coşku ve öfkedir.
Bu Öfkeyi Yitirirsek Ne mi Olur?
“Ama ben söyledim”… “Ama ben anlattım”… “Ben başka ne yapabilirim ki…” sözleri sıralanmaya başlar. Çok masum görünür hepsi.
Bu sözleri, önce kafalarında masumlaştırır, giderek meşrulaştırır, sonunda alışkanlık haline getirirler.
Ve alışkanlıkla yapılamayacak, tek iş, devrimciliktir.
Bu ruh ve coşkuyu kaybetmek, devrimciliğin bittiği yerdir.
*
Bilgi Umuttur
Faşizmi Yenmek İçin Öğrenmeliyiz!
Bilgi Umuttur.
Hayata Yenilmemek İçin Umudu Diri Tutmalıyız.
Öğrenmeliyiz, Sürekli Öğrenmeliyiz.
Faşizmi Yenmek İçin Öğrenmeliyiz.
Her şeyin ilacı bilgidir.
Mutlaka öğrenmeliyiz.
Çevremizde olup bitenler hakkında temel bir bilgiye sahip değilsek, konu ne olursa olsun aldatılmaya hazırızdır.
Yalan ve Demagoji, faşizmin en güçlü silahıdır; faşizmi yenmek için, yalan ve demagojilerini boşa çıkartmamız için mutlaka bilgiye ihtiyacımız var: Biliyoruz ki, Yalan Varsa Gerçek de Vardır.
O zaman gerçeği öğreneceğiz.
Bizim başka bir hayatımız yok. Ve bu hayatta yanıltıcı umutlara, yalanlara değil, bilgiye ihtiyacımız vardır. Temel Besin Kaynağımızdır Bilgi.
Savaşmak sanattır diyor ustalarımız.
Savaşmayı eğitimle öğreneceğiz.
Bilgi ile öğreneceğiz.
Ve bu savaşta Emeğimizle ustalaşacağız.
Bu savaşı değerlerimizle kazacağız.
Ağıt yakmak, acıyı dindirmiyor artık!
Ağıtları umuda çevirmek için mutlaka öğrenmeliyiz.
Açlığı isyana dönüştürmek için öğrenmeliyiz.
Bizi bilgisiz bırakmak istiyor egemenler.
Çaresiz ve geleceksiz bırakmak istiyorlar bizi.
Geleceksiz, Umutsuz, Kendini Bir Hiç Olarak Gören İnsanlar dünyanın hemen her yerinde Faşizmin vurucu gücü olmuşlardır. Yani devrimcileri katletmek için de, yine bizi, halkın evlatlarını kullanıyorlar: Halkın bilgisiz bırakılmış evlatlarını.
Geleceksiz, umutsuz bıraktıkları halk çocuklarının beynini yıkıyorlar ve kendi silahlı, vurucu güçleri haline getiriyorlar.
Tüm bunları engellemek için öğrenmeliyiz.
Yalanları ortaya çıkartmak için, gerçekleri haykırmak için, kandırılmış, yozlaştırılmış halk çocuklarını; bizim, devrimin saflarına kazanmak için, öğrenmeliyiz.
Hani diyor ya halkımız; “Göz odur ki dağın ardını göre, akıl odur ki başa geleceği bile…”
İşte bu göze, sahip olmalıyız.
İşte bu akla, sahip olmalıyız.
Bu göz ve bu akıl, bilgidir.
Bu göz ve akıl, gerçek bilgidir.
Her şeyi öğrenmeli, hiçbir şeyi unutmamalıyız.
Geçmişimizin acılarını unutmamalıyız ki; geçmişimizi anmak, bize geleceğimizi mutlaka kazanmamız gerektiğini anlatsın.
Bu öğrenme sürecinde hiç mi hayal kırıklığı yaşamayacağız, hiç mi düşmeyeceğiz? Hayır, yaşayacağız, düşeceğiz de.
Ama emin olacağız ki; düştüğümüz yerden de, bilgi yardımı ile kalkacağız.
Emin olacağız ki; hayal kırıklıklarını nasıl aşacağımızı da, bilgi öğretecek bize.
Hiç mi korku yaşamayacağız?
Yaşayacağız, belki çok büyük korkular yaşayacağız.
Ama biz o korkularımızdan, TEDBİRLİ OLMAYI öğreneceğiz. Yine bilgiyle, yine bilimle.
En Basit Hali İle Bilim, Bilgiye Ulaşma Becerisi Olarak Tanımlanıyor.
Bu basit ve sade tanımda: “Biz ne yapacağız?”
“Bilimsel bilgiye nasıl ulaşacağız?”, “Gerçeğe nasıl ulaşacağız?”
Sihirli, hiç bilinmeyen, bir yolu yok bunun.
Sadece eğitim ile.
Başka, hiçbir yolu yok.
Eğitimin tarzı yerine, zamanına, ihtiyaçlara göre, belki değiştirilebilir.
Düşünülürse zenginleştirilebilir.
Örneğin, soru sorarak ulaşılabilir bilgiye:
“Neden yoksuluz?” sorusunu soralım.
Bulacağımız bilimsel cevaplar, bizim eğitimimiz olacaktır.
Gerçeğe ulaşmanın en klasik yolu yüzyıllardır değişmedi:
Soru sormak!
Soru sorarak başlayabiliriz.
Her an sorarak ve her an yeni bir şey öğrenerek güçlenebilir.
Bilgiçlik taslamak için, Bilmişlik için değil…
Öğrenmek ve faşizmi yenmek için!
Öğrenmek ve emperyalizmi alt etmek için!
Tarihsel materyalizm, devrimcilere devrim yapmayı öğrettiği gibi, yeni bir dünya kurmak için de bilgiyle donatır. Bu bilgileri öğreneceğiz.
Biz gerici olanı yıkmak, yeniyi kurmak için öğrenmeliyiz.
“Neden yoksuluz?” sorusu ile başlayabiliriz örneğin.
Ve asla unutmamalıyız ki; bilgi Bir Anda Şeytanı Meleğe Dönüştürmeyecek, Yeryüzünü Cennet Yapmayacak!
Sadece yol gösterecek! Gerisi bize kalmış.
24 saatini, santimle ölçer gibi programlayarak, her gün hayatın içindeki sorularımıza, yeni bir soru ve yeni bir cevap bularak, yolumuza devam edebiliriz.
Her gün yeni bir cevap, her gün yeni bir bilgi öğrenmeliyiz.
Sürekli öğrenmeliyiz. Faşizmi yenmenin, emperyalizmi alt etmenin, başka yolu yoktur.
Ne tank, ne tüfek, ne teknoloji harikası insansız uçaklar…
En büyük silah; İnançlı İnsandır.
Ve Dayı’mızın bize dediği gibi; inanç, bilgi ve gerçeğin birleştiği duygudur.
Bu nedenle bilgiyi, gerçek bilgiyi öğrenmeliyiz.
*
EĞİTİMİN SONSUZ GÜCÜ SÜREKLİLİĞİNDEDİR
Felsefenin temel ilkeleri, toplumlar, devlet… diye başlayan eğitim çalışmalarına HİÇ BAŞLAMAMIŞ OLSAK DA en azından böyle bir listenin varlığından haberdarızdır.
Büyük kararlarla çıkartılan listeler, sonra “BİRLİKTE OKUYACAKTIK ama…”
Veya “siz okuyup gelin dedim ama…”
Veya benzer bazı cümleler.
Bunlar çok tanıdık olmalı hepimiz için.
Bir diğer hastalık da, her yeni işte, ilk akla gelenin eğitim çalışmasının ertelenmesi olmasıdır.
Gerçekten hastalıktır eğitim çalışmasını ertelemek.
Tedavi edilmediğinde düzene döndüren bir hastalık.
Bu hastalığın tek tedavisi ise disiplindir.
Disiplinli davranmak ve eğitim çalışmasını mutlaka yapmak.
Disiplin dışında temel sorunlardan birisi ise eğitim çalışmasının sıkıcı olmaktan çıkarılmasıdır. Bu da önemlidir.
Nasıl yapacağız bunu?
Eğitim programının hayata cevap vermesini sağlayarak.
Nasıl cevap verecek hayata?
Kitle çalışması içinde, kitle faaliyeti içinde olan insanların karşılaştıkları sorunlara cevap vermesi gereken bir eğitim programı olsa, zaten siz ertelemek isteseniz de, hayatın içinde sorunlarına cevap almak zorunda olan insanlar zorlayacaktır sizi.
Nasıl bir eğitim çalışması olmalı?
Öncelikle eğitimi verecek kişinin korkmaması gerekiyor.
Eğer eğitmen, eğitim yapmaya korkarsa, o eğitim çalışması olmaz.
Bir insan eğitimden neden korkar?
Bilmemek, yeterince anlatamamak veya başka bilmediğimiz nedenler, ama ana halka korku etrafında döner durur.
Bu korkuda Marksist-Leninist klasiklerin dilinin anlaşılmazlığı önemli bir etkendir.
Marksist-Leninist klasiklerin anlaşılmazlığının temel nedeni ise çevirilerinin kötülüğüdür aslında.
1970’lerde yapılmış çeviriler, son derece uzun cümleler ve ayrıntılı dipnotlar içerir. Rusçadan, Almancadan, Fransızcadan yapılan çevirilerde orijinal kelimeleri koruma isteği ve Türkçe’nin yetersizliği de bunda etkendir.
Ama bizim yayınlarımızda, eğitim konusunda sadeleştirerek, basitleştirerek yazmadığımız hemen hiçbir şey kalmamıştır.
Yani korkunun asıl kaynağı böylece kurutulmuştur.
O zaman tek sorun eğitmenin hazırlanmasına, yani ders çalışmasına kalmıştır.
Bütün sorun artık buradadır.
Eğitmen kendisi hazırlanmadığı için erteler.
Sorun Eğitmendedir. Yani Sorun Sorumsuz Eğitmendedir.
Eğitmenin bu sorumsuzluğunu denetim ile aşmaya çalışmalı, asla onun günlük gerekçelerine teslim olmamalıyız.
Bundan sonraki ikinci aşama; eğitim çalışmasının şekillendirilmesinde karşımıza çıkıyor.
Klasik bildik, ezbere eğitim çalışmalarından mutlaka çıkmalıyız.
Nasıl?
-Sürecin İhtiyaçları
-Alanın-Birimin İhtiyaçları
-Eğitilecek Kişinin Durumu.
Bu üç noktayı gerçekçi bir şekilde değerlendirirsek, eğitimin hayata cevap vermesini sağlamış oluruz.
Çalışma programını bu şekilde çıkardıktan sonra, mutlaka eğitilecek insanla hayatı paylaşmak ve onu dinlemek zorundayız.
Sınav budur.
Neyi öğrendi, nasıl uygulayacak?
Bunun tek sınavı pratiktir. Biz de ancak, eğittiğimiz insanla, pratik içinde, hayatı paylaşarak ve onu dinleyerek sınav yapabiliriz.
Ve burada eğitimin sonsuz gücü çıkar karşımıza.
Eğitimin sonsuz gücü sürekliliğindedir.
Eğitim ve sınavı pratik; tekrar eğitim ve tekrar pratik!
Sömürüden ve onursuz bir yaşamdan ancak eğitimle kurtulabiliriz.
Kaygıları güvene ancak eğitim ile dönüştürebiliriz.
İnsanların inançları dağınık ve ürkektir, bunları ancak eğitim ile derli toplu hale ve kendine güvenli hale getiririz.
İnsanlarımızı eğitimsiz bırakmak, halkı eğitimsiz bırakmak, onları umutsuz bırakmaktır.
Ve bizim eğitim ile ulaşamadığımız Her Yerde Burjuva İdeolojisi Vardır.
Bu Nedenle Eğitimi Sürekli Kılmalıyız.
*
EĞİTİM YENİDEN YARATMAKTIR
Türk Sanayicileri ve işadamları Derneği (TÜSİAD), Ortaöğretim Kaynak Kitapları dizisi kapsamında, Galatasaray Üniversitesi Felsefe Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Tülin Bumin öncülüğünde “Felsefe 2002” isimli bir kitap yayınladı.
Bumin, Batı standartlarında bir felsefe kitabı hazırladıklarını belirterek; “Kitapta Brigitte Bardot ve Charlie Chaplin’e de yer verildiğini” söyledi. Kitapta, “Marks’ın, Engels’in adı neden yok?” sorusu üzerine ise; “Kitapta Türkiye’deki zihniyetlerin üzerinde etkisi olan farklı düşünce akımlarını ele aldık” dedi.
TÜSİAD eski Başkanı Tuncay Özilhan, kitapların ortalama birim basım maliyetinin 7 milyon lira olduğunu açıkladı. Bu kitapların ücretsiz olarak geniş bir öğretmen ve öğrenci kitlesine ulaşması için kampanya yürüteceklerini kaydetti.
TÜSİAD Yönetim Kurulu Üyesi ve Sosyal İşler Komisyonu Başkanı Arzuhan Yalçındağ ise bu kitapların Talim ve Terbiye Kurulu’nca onaylanarak okullarda kaynak kitap olarak okutulmasını arzuladıklarını ifade etti.(*)
Yukarıdaki haber ayrı tarihlerde birçok gazetede yer aldı. Bizim açımızdan haberde önemli iki nokta var:
1- Burjuvazinin, “sınıf bilincini” somut bir şekilde görebildiğimiz çarpıcı bir örnek.
Artistlerin yaşamlarını öğretiyor ama Marks ve Engels yok Felsefe Tarihi kitaplarında.
Hatta daha ileri gidiyor; arabesk müziğin kralları ve eşcinsel sanatçıların yaşamları var ama Marks ve Engels yok!
Neden? Çünkü onlar çok tehlikeli, her söyledikleri cümle egemen sınıflar için büyük tehlike.
“… Kimsenin adam yerine koymadığı proletaryaya iktidarı vereceğiz…” diyorlar,
“… Dünyayı anlamak yetmez değiştirmeliyiz” diyorlar,
“Koşullar insanları şekillendiriyorsa, koşulları insanca şekillendirmeliyiz” diyorlar.
Ve devam ediyorlar: “Komünistler, kendi görüşlerini ve amaçlarını gizlemeye tenezzül etmezler. Hedeflerine ancak tüm mevcut toplumsal koşulların zorla yıkılmasıyla ulaşılabileceğini açıkça ilan ediyorlar. Varsın egemen sınıflar bir komünist devrim korkusuyla titresinler. Proleterlerin zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri yok. Kazanacakları bir dünya var.”
Elbette ki kitaplarında bunlara yer vermezler.
Onların kitaplarında; Brigitte Bardot vardır.
Onların kitaplarında; İbrahim Tatlıses, Bülent Ersoy vardır.(**)
Ve günahını bile parasız vermeyen TÜSİAD, bu kitapları parasız bir şekilde, Milli Eğitim Bakanlığının hizmetine sunmak istiyor. Neden?
Çok hayırsever bir kurum olduğu için mi? Elbette ilgisi yok.
Genç insanlarımızın beynini daha orta öğrenimde iken biçimlendirmek istiyorlar.
Ne kadar yozlaştırırsa, o kadar kolay sömürebilir.
Ne kadar bilimsel düşünceden uzaklaştırırsa, o kadar kolay köleleştirir.
Tüm hesaplar bunun üzerine.
Yani kaz gelecek yerden, tavuk esirgemiyor TÜSİAD.
Şöyle açıklıyor, dönemin TÜSİAD başkanı bunu:
“Eğitim değişmeden rekabete ayak uyduramayız”. “Eğitim sistemimizi, içeriği ile birlikte yeniden yapılandırmadan, küresel rekabet koşullarında ayakta durmamız mümkün değildir”…
Yani hiçbir şeyi gizli saklı yapmıyor TÜSİAD. Her şey aleni.
Türkiye’nin “En Nezih Üniversitelerinden Birinin, Galatasaray Üniversitesinin 12 Profesörüne” yazdırıyor bu kitapları.
Çok “asil” bir davranış burjuvazi açısından.
Parasını ödüyor ve satın alıyor profesörleri. Hem de 12 tane birden. Öyle ya, bu bir alışveriş ve TÜSİAD’ın dünyasında her şey alınır ve satılır.
O “koca koca profesörler”, sağında kaç sıfır olduğunu, üç aşağı beş yukarı tahmin edebileceğimiz, bilmem kaç bin dolarlarla İki Devrimciyi yok edebildiklerini sanıyorlar.
Yazık onların beynine.
Yazık şimdiye kadar aldıkları o “büyük” eğitimlerine.
Bal gibi bilirler ki, onlar yok sayınca yok olmuyor iki devrimci.
Bu profesörlerin gazetecilerin “Neden Marks ve Engels yok?” sorusuna verdikleri cevabı hatırlayalım: “Sol düşünce pek çok yerde geçiyor. Türkiye’deki zihniyetlerin üzerinde etkisi olan düşünce akımlarını ele aldık”.
Cevaba bakın siz; demek ki Türkiye’deki zihniyetler üzerinde etkili olan Brigite Bardot’muş… Yani burjuvazinin Cinsellik İlahı, Yarı Çıplak Bir Artist! (***)
Devam ediyor TÜSİAD Yönetimi… Yalçındağ, TÜSİAD’ın toplumsal sorumluluk ve ödev bilincinden hareketle bu tür çalışmalar yaptığını belirterek, şöyle diyor: “TÜSİAD’ın ekonomi ile yetinmeyip, diğer sosyal konularla ilgilenmesinin nedeni yaşadığı zamana, yaşadığı ülkeye ve yaşadığı dünyaya daha yapıcı ve yaratıcı bakabilen genç nesillerin yetişmesine yardımcı olmak düşüncesidir.”
İşte bu yüzden, Marks yok Engels yok, bu kitaplarda.
TÜSİAD’ın parayı sayıp aldığı profesörler hemen yok sayı veriyorlar 20’nci yüzyıla damgasını vuran iki devrimciyi.
2- Yukarıdaki haber, bizim açımızdan eğitimin ne kadar önemli olduğu gerçeğini bir kez daha en çarpıcı biçimde gözler önüne seriyor.
Biz ne yapıyoruz ve ne yapmalıyız?
Biz ne yapıyoruz ve ne yapmalıyız üzerine çok yazmışızdır.
Kısaca tekrar edersek;
Eğitim İnsani Yeniden Yaratmaktır.
Ve biz enerjimizin büyük kısmını, aslında Burjuva Eğitiminin Yarattığı Tahribatı Düzeltmek İçin Harcıyoruz.
Devrimci Mücadelenin Üç Ayağı Vardır Diyoruz:
1-Ekonomik-demokratik mücadele,
2-Siyasi mücadele,
3-İdeolojik mücadele.
Enerjimizin Gerçekten Büyük Kısmini, İdeolojik Mücadele, burjuva ideolojisi ile yaptığımız mücadele alıyor.
Biz eğitime önce, nasıl düşüneceğimizi öğrenerek başlamalıyız. Egemenlerin yok saydığı Marks’ı, Engels’i öğrenerek başlayıp, Lenin’le, Mao ile ve daha birçok usta ile devam etmeliyiz.
Nasıl düşüneceğiz?
Buradan başlamalıyız mutlaka. Biz, diyalektik ve tarihsel materyalizmi esas alarak düşünmeliyiz.
Diyalektiğin dört ilkesi, materyalizmin üç ilkesi; bu toplam yedi ilkeyi öğrenerek başlamalıyız.
Bu ilkeleri öğrenmez ve yaşamımızda rehber edinemezsek, egemenlerin kölesi olmaktan kurtulamayız.
Ve her şeyi tersinden görürüz.
Bir örnek vardır: Bir devrimci ile genç bir kızın sohbetini anlatır:
Genç kız beli açık kazakla dolaşmaktadır. O sene kısa belli kazaklar Modadır çünkü.
Devrimci uyarır ve “Belin açıkta kalıyor, bir genç kıza yakışmıyor böyle giyinmek” der.
Genç kız itiraz eder; “Ben özgürüm, istediğimi giyerim, örgüt karışamaz bana. Bu nedenle devrimci olmuyoruz zaten” vb… devam eder.
Devrimci, kıza sabırla anlatmaya çalışır; “Hayır arkadaşım, sen şu anda Özgür Değilsin. Ne ilgisi var özgürlükle, senin belin çıplak… Sen Çıplaksın.”
İşte özgürlük ve çıplaklık kavramlarını bile bu hale getirirler egemenler, eğitimleri ile.
Biz bugünümüze ve geleceğimize sahip çıkmak için, kendimizi yeniden yaratmak için, halkımızı sömürüden kurtarmak için… Mutlaka kendimizi eğitmeliyiz. Eğitimi süreklileştirmeliyiz.
Her sorunda, ilk erteleyeceğimiz şey, eğitim çalışması olmamalı.
Yapılmayan veya ertelenen her eğitim çalışmasında, eğitim çalışmasını yapmayan veya erteleyen burjuvazinin, TÜSİAD’ın suç ortağıdır.
(*) 07 Mayıs 2003, Radikal
(**) TÜSİAD’ın hazırlattığı ve
İkinci Dünya Savaşı ile başlayan Tarih 2002 kitabında “1945’ten Günümüze Türkiye” konusu da ele alınıyor. Ekonomik, toplumsal ve kültürel yaşam açısından da Türkiye incelenirken, popüler sanat dünyasına da değinmeden geçilmiyor. Burada yer alan “Âlemin kralı arabesk” bölümünde, Orhan Gencebay, Ferdi Tayfur, Müslüm Gürses, İbrahim Tatlıses’in isimleri anılırken, arabeskin ticari başarısının Zeki Müren ve Bülent Ersoy’u tarz değişikliğine sürüklediği, TRT’yi de başlangıçta uyguladığı sansürden vazgeçmeye zorladığı değerlendirmesi yapılıyor. Bu bölümde ilgili fotoğraflarda da Ferdi Tayfur’un “Her Şeyim Sen- sin” adlı filminin afişi ve “Arabesk dinleyicilerinin ilk göz ağrısı” resim altıyla Orhan Gencebay’ın resimleri yer alıyor bu bölümlerde Briget Bardot, Alain Delon, İsabella Adjani ve Gerard Deperdau gibi pek çok ünlü sinema oyuncusu fotoğraflarıyla yer alıyor. Katılımcılardan gelen “Felsefe kitabı görsel olarak zayıf” eleştirisine de Prof. Dr. Bumin konu itibariyle fazla malzemeleri olmadığını söylemekle birlikte “Felsefe 2002” kitabında Briget Bardot’un resminin bile bulunduğunu belirtti.
Yalçındağ: Genç nüfus eğitimle kazanca dönüşür
TÜSİAD Yönetim Kurulu Üyesi ve Sosyal İşler Komisyonu Başkanı Arzuhan Yalçındağ, “Genç ve dinamik nüfusumuzu büyük bir kazanca dönüştürmenin yolunun eğitim sistemimizin modernleşmesinden geçtiğine inanmaktayız” diyerek, şöyle konuştu: “Unutmayalım ki küreselleşme çağında yaşıyoruz ve Türkiye 1980’lerden itibaren hızla dışa açık ekonomi geline gelmekte. Dünya ekonomisinden Türkiye’ye daha çok dış ticaret payı ve sermaye yatırımı almamız için, dünyada geçerli hukuk ve insan hakları değerlerini ülkemizde de yerleştirmek zorundayız. Kaldı ki bu değerler, ekonomik getirilerinin yanında, kendi başlarına da büyük önem taşıyan insanlık değerleridir. ”
Toplantıda konuşan TÜSİAD Başkanı Tuncay Özilhan, TÜSİAD’ın misyonlarından bir tanesinin de, Türkiye’nin insan kaynakları kalitesini yükseltmek olduğunu söyledi. (7 Mayıs 2003, Cumhuriyet)
*
DEVRİMCİLİK ÖĞRENMEYİ ÖĞRENEREK BAŞLAR
Biz devrimciler, hayatın içinde öğrenir ve öğrendiklerimizi eğitim ile zenginleştiririz.
Bilgi, en büyük zenginliğimizdir.
Öğrenmek, en büyük zenginliğimizdir bizim.
Ama mücadele içinde bu kadar basit ve sade değildir öğrenmek ve bilgi.
Düzen içinde bir konuda bir yozlaşma varsa, bir biçimi ile şu ya da bu düzeyde devrimci saflara da sızarlar. Bilgi ve bilginin kullanılması da bunlardan birisidir. Bunların en bilinenleri ise bilgiçlerdir.
Halk, çokbilmiş der onlara. Çokbilmiş çocuksa eğer, “büyümüş de geri küçülmüş” der. Yani doğal olmayan, doğru olmayan bir yan vardır o çocukların bu hallerinde.
Çokbilmişler,
-Öğrenme isteği olmayan akıl hocalarıdır. Durmaksızın “akıl” verdiklerini sanırlar, ama söyledikleri bir kaç on cümledir, hayattan kopuk, tumturaklı, sıkıcı cümlelerdir. Durmaksızın “akıl” verirler, çoğu zaman da fikirleri sorulmadan başlarlar akıl vermeye.
Bilgiçler papağan gibidirler, sürekli aynı şeyi tekrarlarlar, çünkü öğrenmezler.
Genellikle palavracıdırlar. Söyledikleri, kafiyeli, kulağa ilk anda hoş gelen şiirler gibi görünse de özü yalandır. Söylediklerini biraz derinleştirmeye çalıştığınızda, eveleyip gevelemeye başladıklarını, kısa bir süre sonra da kendileri ile bile çelişen şeyler söylemeye başladıklarını görürsünüz.
Bilgiçler düşünemezler, düşünme yetenekleri durmuştur adeta, bir şeyi yalnızca ezbere kafalarına yerleştirirler. İhtiyaçları yoktur çünkü düşünmeye.
Devrimcilik Bir Ruh ve Motivasyon İşidir.
Bilgiçler devrimci ruhtan kopmuşlardır.
Bilgiçlerin ruhları bir moloz yığını gibidir, yıkıntı halindedir.
Aslında bilgiçler yaşayan cesetlerdir, çünkü tamamı ile hayattan kopmuşlardır.
Devrimciye hayat veren ise soluk alıp vermek kadar doğal olan sürekli öğrenme isteğidir. Bir devrimci, çocuklardan bile öğrenebileceği çok şey olduğunu bilir.
Devrimcilerin ruhları, sürekli şantiye halindedir. Sürekli bir faaliyet vardır o ruhta, çünkü sürekli öğrenir. Her gün yenilenir.
Biz devrimciyiz; halkın içinde doğan mücadele biçimlerini, saldırı ve savunma yöntemlerini bilinçli ve örgütlü hale getiririz.
Biz devrimciyiz; devrimci mücadele geliştikçe, ekonomik ve siyasi bunalımlar keskinleştikçe, sürekli olarak Yeni ve Değişik Savunma ve Saldırı Yöntemleri
Üretir Savaşımız.
Hiç Bir Mücadele Biçimini Reddetmeyiz.
Devrimciler, yalnız bir anda, tarihin bir kesitinde var olan mücadele biçimiyle asla sınırlamazlar kendilerini. Toplumsal oluşum değişince, o anda içinde olanların bilmediği Yeni Mücadele Biçimlerinin Doğmasının Kaçınılmaz Olduğunu Bilirler.
İşte tüm bu nedenlerle “Devrimciler Kitlelerin Deneyimlerinden Öğrenirler” denilir.
Devrimciler sürekli öğrenirler.
Onların bilincinde ve ruhunda inşaat sürekli devam eder.
Halkın taleplerini bilinçli ve örgütlü hale getirmek için halktan öğrenmek ve halka öğretmek, bir ömür boyu devrimcilik için vazgeçilmez olandır.
Öğrenmeyi öğrenmek ve bir ömür boyu bunu sürdürmek için;
1- Devrimciler dinlemeyi bilmelidir.
İyi bir dinleyici olmalıdırlar öncelikle. Anlamak kavramak için bu şarttır.
Bilmişler, dinlemezler. Sürekli konuşmak isterler. Çünkü onlar akıl vermek için gelmişlerdir adeta dünyaya.
2- Devrimciler düşünmelidirler.
İlk akıllarına geleni yapmak yerine önce düşünmek zorundadır bir devrimci. Onlar düşünmemenin yozlaşma demek olduğunu bilirler.
3- Devrimciler değiştirmelidir. Çünkü Aslolan Dünyayı Değiştirmektir.
Tüm bunlar ise öğrenmeyi öğrenmekle başlar ve bir ömür boyu öğrenerek devam eder.
Yani öğrenmeyi öğrenmek devrimciliğin temelidir.
Bir ömür boyu devrimciliğin tek yoludur sürekli öğrenmek.
Yoldaşlarımıza bilgiçlik taslamak değil, onlarla birlikte büyümenin, birlikte öğrenmenin verdiği rahatlıkla savaşımızı büyütmek olmalı amacımız.
Bilgiçlerin devrim ve mücadele diye bir kaygıları yoktur
Onları yönlendiren tek şey “Kendi Egolarını Tatmindir”.
Bilgiçler birçok şeyi biliyor da olabilirler, ama Onların Ruhu Yoktur.
Devrimcilik esas olarak bir ruh ve motivasyon işidir.
Ruh Yoksulu İse Gerçekleri Bilir, Ama Onları Değiştiremez.
Bu Nedenle bilgiçler devrimci değildir.
Yaramız derindir.
Bilgisizliğimizi öğrendikçe, yitirdiklerimizin sorumluluğu daha güçlü yüklenmektedir omuzlarımıza.
İşte bu nedenle “Öğrenmeliyiz”.
Bilginin sonsuz gücünü savaşımıza sunmalıyız.
Ve Öğrenmeyi Öğrenmekle Başlamalıyız İşe.
Ve bir ömür boyu öğrenmeliyiz.
Gün 24 saat öğrenmeliyiz.
Öğrendiklerimizi öğretmeliyiz.
Bilgi, ilk ateşi yakandan, ilk toprağı sürene, ilk tekerleği bulana kadar, halkın ortak malıdır.
Tarih boyunca bazen kilise, bazen medrese, bazen burjuvazi, yani egemenler alsa da halkın elinden bilgiyi, devrimciler halktan çalınan bu bilgileri, halka örgüt olarak, direniş olarak, savaş olarak geri verecektir.
Bizim görevimiz budur.
Bizim olana, halkın olana sahip çıkmak ve bunu büyütmektir.
*
MAZERET UYDURMAK YASAKTIR!
MAZARET UYDURMAK YASAKTIR; ÇOK İYİ MAZERETİ OLANLAR SONUÇ ALAMAZLAR
ONLAR DEVRİMCİ DEĞİLDİR
ONLAR ENİNDE SONUNDA DÜZENE HİZMET EDERLER.
ONLAR KADERCİDİR.
Kadercilik gericiliktir.
“Böyle yaptım, şu nedenle böyle oldu, ben ne yapayım. Bu doğal bir sonuçtur…”
Onların nedenleri oldukça “mantıklıdır” ve hatta “gerçektir”. Ama ne mantıklı olması, ne gerçek olması, bizim devrimci olduğumuzu unutmamızı gerektirmez.
Biz Marksist-Leninistiz. Olayları, tarihi, ne deterministler gibi, kendiliğindenliğin belirleyiciliğiyle, “öyle gerekiyordu öyle oldu” anlayışıyla; ne de idealizmin yaptığı gibi, her şeyi büyük kahramanların olup olmamasıyla açıklarız.
Biz Marksist-Leninistiz. Biz devrimciyiz. Tarihi kahramanların değil, halkın yaptığına inanırız. Tek tek insanların olağanüstü yetenekleri, büyük zekaları değildir belirleyici olan. Beklediğimiz de bu değildir. Ne kahramanlar ve süpermenlerle, ne beceriksiz aptallarla açıklanamaz yaşanan hiçbir şey.
Biz devrimciyiz. Devrimci olmak değiştirmektir. Devrimci önce kendi gerçeğini değiştirir; kendini değiştirmeyen, düzeni de değiştiremez.
Bu mazeretçilerin en bilinen davranışları İLK AKILLARINA GELENİ SÖYLEMEKTİR. Doğru yanlış fark etmez, ilk akla geleni söylerler hemen. Neden? Aşırı yüzeyseldirler de ondan. Görünenle ilgilidirler. Üzerine düşünmezler.
YALANCI MIDIRLAR? Bu kadar basit değildir. Yalancıdırlar elbette, ama sadece yalancı değil, teslimiyetçidirler. Olmazcıdırlar. Saflarımıza umutsuzluk taşırlar. Olmazcılığın teorisini yaparlar. Tarihsel ve bilimsel doğruları reddederek umutsuzluğu yayarlar.
MAZERET UYDURMAK YASAKTIR.
Peki ne yapacağız?
Her yenilgi, yenmenin kurallarını öğretir bize.
Her başarısızlık, başarmanın kurallarını öğretir.
“Her sorun, kendi içinde çözümü de barındırır” demek basit bir ajitasyon değildir; bu, insanların iradesinin ve olayların dışında, bunlardan bağımsız NESNEL BİR YASADIR!
İŞTE GERÇEK BUDUR.
İŞTE KURAL BUDUR.
NEREDE NE YANLIŞ YAPTIM?
NEREDE NE YANLIŞ YAPTIM DA SONUÇ BÖYLE OLDU?
NASIL YAPSAYDIM DA SONUÇ BÖYLE OLMASAYDI?
Sormamız gereken budur.
Mazeret uydurmanın kimseye bir yararı yoktur. Ama zararı çoktur.
Mazeretciler, basit ve yalın olan EN TEMEL GERÇEĞİN tümünü görmezler.
Böyle olunca da kendi gördüğü seçtiği noktayı ABARTIR, hatta tek gerçeğin kendi gördüğü olduğunu iddia eder: “Koşullar bu, gerçek bu. BU KOŞULLARDA, BU GERÇEKLE ANCAK BU KADAR OLUR.”
Söylediği budur. Bundan sonraki tüm değerlendirmeleri o noktadandır, gördüğü o yerdendir artık.
BU NEREYE Mİ GİDER? Emperyalizmin ve düşmanın gücünü abartır ve bu, EMPERYALİZMİN KADRİ MUTLAK BİR GÜÇ OLDU
ĞUNU SAVUNMAYA KADAR GİDER.
BU, OLİGARŞİNİN ASLA YENİLEMEYECEĞİ, BUNUN KABUL EDİLMESİ GEREKTİĞİNE KADAR GİDER.
İşte o masum yakınmanın gizlediği gerçek budur.
İşte o masum mazeretin gizlediği DÜŞMAN FAALİYETİ budur.
ÇOK İYİ MAZERETİ OLANLAR HEP BAŞARISIZLARDIR.
Bu durum çok basit gibi görünür: “Ne var bunda, o da bu kadarını görebiliyor, elinden geleni de yapıyor işte… ”
Bu tarz düşüncenin ardından masum görünen mazeretler sıralanmaya başlar:
ZAMAN YOK… İŞ ÇOK…
İNSAN AZ… İNSANLAR KÖTÜ, CAHİL VE HATTA BAZILARI İNANILMAZ DERECEDE APTALLIKLAR YAPIYORLAR… EN ZEKİ BENİM AMA BENİ DE KOŞULLAR BÖYLE KUŞATIYOR İŞTE…
ÇOK DAHA İYİSİNİ YAPMAK MÜMKÜNDÜ TABİİ… ama, YETERİNCE ÇABA GÖSTERDİĞİM SÖYLENEMEZ… ama… vb. vb… ne kadar masum söylemler değil mi?
Hayır, masum değil!
Bunları söylemek suçtur.
Bunları makul görmek, devrimciliği reddetmektir.
Her başarısız işin ardından bunları savunmak, bunları anlatmak, giderek buna inanmak; işte devrimciliği bitiren budur.
İşte inancı dinamitleyen budur.
Evet, devrimciler savaşı savaş içinde öğrenirler; ama savaş içinde ödediğimiz bedeller çok ağırdır.
Öğrenmenin bedeli bazen şehitlik, bazen yıllara varan tutsaklıklardır.
İŞTE BU NEDENLE, basit hatalar yapmak lükstür.
Hatalarımızın hakkını verirsek, hatalarımız ancak o zaman gerçek birer öğretmen olurlar.
Yaşamını devrimcileştirmeyenleri hayat çok kolay çözüp atıyor bir tarafa.
Hem de hayatın en basit sorunları karşısında öylesine dirençsiz oluyorlar ki, en küçük bir rüzgarda kırılıyor ve hatta kökünden savrulup gidiyorlar.
Mazeret uydurmak merhamet beklemektir.
Mazeret uydurmak kendine acımaktır.
Biz ne merhamet beklemeliyiz bir yerlerden, ne kendi kendimize ağıt yakmalıyız.
Kişiye ve koşullara göre bazı farklılıklar gösterse de,
1- Karşılaştığımız her soruna birey olarak değil, örgütlü bir devrimci olarak bakmalıyız.
Örgütlü bakmak zorundayız, örgüt gibi bakmak zorundayız, örgütlülüğün gücünü görmek ve göstermek zorundayız.
2- İdeolojik sağlamlığımızın bize kattığı güçle sorunları çözmeyi yaşam biçimi haline getirmeliyiz. Sorunların devrimci özünü kavramak ve çözmek, nefes alıp vermek kadar doğal hale gelmelidir. Bilmeliyiz ki, engeller aşılmak içindir; takılıp düşmek için değil. Takılıp düştüğümüzde de yeniden kalkmak için devrimciyizdir.
3- Değişme ve değiştirme iradesini yoksa yaratmalı, varsa büyütmeliyiz.
Sorunlarımızı ancak böyle çözeriz. Devrimcilik ve örgütlülük budur.
Daha çok işimiz var!
Yanlış adımlara, yalpalamalara, kesintilere rağmen; her yenilgide yenmenin kurallarını öğreneceğiz.
Her başarısızlıkta başarmayı öğreneceğiz.
Ama deneycilikle değil; temel olan deneycilik olmamalıdır. Ödediğimiz bedellerin ağırlığı, yeniden aynı hataları yapmama sorumluluğunu yüklüyor bize.
Temel olan tarihimizden öğrenmek olmalıdır.
Temel olan örgüt gibi düşünmek ve planlamaktır.
Temel olan ideolojik mücadeleyi sürekli kılmaktır.
Devrimci olmak, değiştirmektir.
Devrimci önce kendi gerçeğini değiştirir. Kendini değiştirmeyen düzeni de değiştiremez.
*
Çözüm Gücümüzün Sınırı, Devrimciliğimizin Sınırsızlığındadır
Çözüm gücümüzün sınırı, devrimciliğimizin sınırsızlığındadır. Devrimcilerin en büyük gücü buradan gelir. Onlar her sorunu çözebilirler. Doğanın ve bilimin sınırları içinde her sorunu çözebilirler.
Devrimcilerin elbette ki idealleri vardır ama asla idealist değillerdir.
İdealizm, egemenlerin felsefesidir. Gericidir.
Devrimciler materyalisttir, diyalektik düşünürler. Bu nedenle onlar doğanın ve bilimin sınırları içinde her sorunu çözebilirler. İdealistleri bekleyen son ise, hüsrandır. Olmazcılıktır.
Yıl 1941:
Faşist Alman ordusu, tekellerin doymak bilmez oburluğu uğruna sosyalizmin anayurdu Sovyetler Birliği’ni işgal eder.
Yaş ortalaması 20 olan milyonlarca yaralı Kızıl Ordu askeri yatmaktadır Sovyet hastanelerinde. Onlardan biri de, Mikhail Kalaşnikof’dur.
İşte onun sahiplenmesinin öyküsüdür Kalaşnikof’un öyküsü.
Bugün, dünyada Kalaşnikoflar’dan yüz milyon adet olduğu, 50 ülkenin ordusunda kullanıldığı tahmin ediliyor. 60 yıldır üretiliyor. Mucidi eski asker Mikhail Kalaşnikof.
Dünya üstünde özgürlük isteyen, özgürlüğü gasp edilen binlerce insanın elinde Kalaşnikof olduğu sanılıyor. Neredeyse ulusal kurtuluşun simgesi haline gelmiş bir silah. Bazı ülkelerin bayraklarında yer alıyor resmi.
“Gerçekten çok mutluyum, ülkemin savunması için bir silah yaptım” diyor genç teknisyen Mikhail bütün mütevazılığı ile. İkinci dünya savaşında Almanlar tarafından yaralanır. Hastanede yatarken tasarlar bu silahı. Bir teknisyendir sadece. Sıradan bir teknisyen… Silahı yaparken tamamen vatansever duygularla hareket ettiğini, ülkesini Almanlara karşı savunmak için yaptığını söylüyor.
Çok basit bir soru soruyor Almanlara, Mikhail: “Ne işiniz var benim ülkemde?”
Yıl 1941. Nazi Almanyası Sovyetleri işgal ediyor. Hitler ordularının güçlü silahları karşısında Kızılordu direniyor.
20 milyon Sovyet yurttaşı ölür bu direnişte.
Sadece Leningrad savunmasında 900 bin, ünlü Stalingrad direnişinde ise 1 milyon üçyüzbin Sovyet vatandaşı hayatını kaybetmiştir. Milyonlarcası da yaralandı. Eksik vardır belki ama hiç bir abartı yoktur bu sayılarda. Yaralılardan bir tanesi Mikhail Kalaşnikof’tu. Hasta yatağında Kalaşnikof’u tasarlamaya başladı.
Basit olmalı!
Akıllı olmalı!
Dayanıklı olmalı!
Yola çıktığı üç ilke buydu.
Ve onu gece gündüz bunu düşünmeye iten bir duygu vardı: Sosyalizmin ana yurdunun faşizme karşı zaferi.
Gece gündüz basit bir silah düşündü. Gündüzleri ve geceleri birbirine karıştı.
Hayal mi gerçek mi ayırd edemez halde aylarca kaldığı hastanede sadece bunu düşündüğünü söylüyor Mikhail Kalaşnikof. Ve işte bunun sonucunda ortaya çıkıyor, bu basit, sade, seri, hafif ve akıllı silah…
Yıl 1934.
Uzun Yürüyüş başlar Çin’de.
Tam 8 bin mil yol kat eder devrimciler. Yüz bin kişi ile başlayan uzun yürüyüşte seksen bin kişi can verir. Sadece yirmi bini kuzey sınırına ulaşır.
1936’da yeniden toparlanırlar.
Tam iki yıl yeniden toparlanmak, yeniden savaşmak için yürümüşlerdir.
Yüz bin devrimci ile başlayan, tam iki yıl süren, yirmi bin devrimcinin tamamladığı yürüyüş ile Çin devrimine imza atarlar. Yürümek zorundadırlar. Öle, vura, düşe kalka yürümek zorundadırlar.
Yorgunluktan yürüyemediklerinde yine devrimciliğin sınırsızlığı yetişir imdatlarına.
Bu kez basit bir sedye tasarımı ile çözüm gücünü gösterir devrimciliğin sınırsızlığı.
Kamış toplarlar; onları en basit hali ile birbirine bağlayıp sedyeler yaparlar.
Üçer kişilik gruplara ayrılırlar.
İki kişi sedyeyi taşır, bir kişi sedyede dinlenir. Ve yürümeye devam ederler… Asla durmaz, beklemezler. Bilirler devrimciler, beklemek ölümdür.
Dinlenen kalkar, bu kez diğer taşıyıcı yatar sedyeye.
Ve böylece tam iki yıl sekiz bin mil yol kat eder ve yeniden savaşa başlarlar; dünya devrimler tarihine Uzun Yürüyüş olarak geçen bu destana devrimcilerin basit ama sorun çözen yöntemleri damgasını vurur yine.
SORUN HİÇ BİTMEZ;
GÜCÜMÜZ İSE SORUNLARIMIZI SAHİPLENDİĞİMİZ KADARDIR; NE KADAR SAHİPLENİRSEK O KADAR ÇÖZEBİLİRİZ!
Ödediğimiz bedeller çok ağırdır. Ödediğimiz bedellerin ağırlığına katlanma sabrını, direnme inadını veren inancımız olduğu sürece devrimci sınırsızlık bizimledir.
Olmazcıları “…söyledim yapmadılar, çağırdım gelmediler” diyen zavallıları, bu nedenle bağışlamayı reddediyor tarih. Ve ödediğimiz bedeller nedeniyle, biz bu zavallı olmazcıları, şikâyetçileri sırtımızda yük olarak taşımamalıyız, layık oldukları tarihin çöplüğüne atmakta asla tereddüt etmemeliyiz.
*
Bir Ömür Boyu Devrimcilik
Bir ömür boyu devrimci olmak, ne kadar güçlü bir ifade…
Aslında yaşamını, ömrünü devrimci olduğu andan itibaren başlatıyor insan burada.
Devrimci olduğu andan son nefesini verene kadar devrimci kalmak…
Bu tanımlamada bir devrimci, devrimci olmadan önce yaşamış saymıyor kendisini. Bu nedenle çok güçlüdür devrimcilik.
Emperyalizmin saldırılarının, faşizmin katliamlarının hemen hiçbir sınır tanımadığı bir süreçte devrimci kalmak çok daha güçlü bir ideolojik donanım gerektiriyor.
Sürükleyip giden kitle hareketleri, kitle eylemleri yok.
Büyük devrimci sıçramalara neden olacak güçlü silahlı eylemler yok.
İşte böyle bir süreçte devrimci olmak ve devrimci kalmak zor, daha zor…
Bu durumda ideolojik olarak daha güçlü olmak zorundayız. Bunun için, ideolojik eğitimi süreklileştirmek en temel görevimiz olmalıdır.
Elimizde çok güçlü bir silahımız var: İDEOLOJİK NETLİK!
Bu konuda hiç bir tereddütümüz yoktur.
Bu gücümüz, bizi öyle büyük ateş çemberlerinden sağ salim geçirdi ki, örgütler, ülkeler parçalanıp yok olurken, biz daha güçlü çıktık bu sarsıntılardan.
“Yenilen sosyalizm”, vazgeçiremedi bizi sosyalistlikten ve biz “tek yoldur” demeye devam ettik. “Yenilen” sosyalizm değildir, sosyalizm hala bizimdir dedik.
Ne “medeniyetler çatışması” oldu,
Ne “yeni dünya düzeni” kuruldu,
Ne “tarihin sonu” geldi; İşgal ve sömürü hiç bitmedi, hala sürüyor.
Tarih hala sınıflar mücadelesi ile yazılıyor ve yazılacak.
Emperyalizm bildiğimiz emperyalizm.
Kitle hareketlerinde, kadrolaşmada, örgütlenmede, stratejik hedeflere varmada hemen her konuda bizi hızla ileriye taşıyacak ve kısa sürede yoğun bir güç birikimini sağlayacak olan en önemli zenginliğimizdir İDEOLOJİK NETLİĞİMİZ.
İdeolojik netliğimiz, EN BÜYÜK SİLAHIMIZDIR.
Sürükleyip giden kitle hareketleri, kitle eylemleri yok. Büyük devrimci sıçramalara neden olacak güçlü silahlı eylemler yok.
İşte böyle bir süreçte… Elimizde çok güçlü bir silahımız var: İDEOLOJİK NETLİK!
YENİLMEYECEK TEK GÜCÜMÜZDÜR.
Hiç bir belirsizlik ve şekilsizlik yoktur.
Hiç bir kafa karışıklığımız yoktur.
İşte elimizde bu silah varken, göğüsleyemeyeceğimiz saldırı, kazanamayacağımız savaş yoktur.
BİR ÖMÜR BOYU DEVRİMCİLİKTE EN ÖNEMLİ GÖREVİMİZ ise, bu netlikteki ideolojik birikimimizi sürekli arttırmaktır.
BİZİ DİNAMİK TUTACAK TEK GÜÇ BUDUR.
Unutmamalıyız ki, yeryüzünde alışkanlıklarla yapılamayacak tek iş devrimciliktir. Sürekli yenilenmeli ve yenilemeliyiz.
Böyle bir süreçte devrimcilere düşen en önemli görev bu aslında…
Hem kendi ideolojik birikimimizi arttıracağız ve bu bizi dinamik kılacak,
Hem de buna uygun kadrolar yetiştireceğiz.
BİR ÖMÜR BOYU DEVRİMCİLİK,
1- Tarihsel haklılığa inançla,
2- Tek başına kaldığımızda bile yalnız olmadığımızı bilmek ve hissetmekle,
3- Her türlü duyguyu yoğun yaşayarak ve asla sıradanlaşmayarak,
4- Gerçekçi davranarak ama nesnelliğe teslim olmayarak,
5- Mızmız, olmazcı, narin kişiliği reddetmekle, devrimci, kavgacı kişiliğimizi güçlendirmekle mümkündür.
İdeolojik donanımı sürekli zenginleştirmek ve dinamik tutmak, çok zor değildir. Bir yerlerden başlamalıyız.
Örneğin okumak, düzenli ve sürekli okumak ile başlayabiliriz.
Günde sadece on sayfa,
Ayda üçyüz sayfa eder. Ortalama bir kitaptır üçyüz sayfa.
ZAMAN YOK, İŞ ÇOK, İNSAN AZ;
Söylenen budur ve koca bir yalandır bu.
Çoğu zaman yalan olduğunu bile fark etmeden büyük bir rahatlıkla söylediğimiz en sorumsuz sözlerdir bunlar.
Ama biz biliriz ki, yalanın panzehiri gerçeklerdir.
Birgün 24 saattir.
On sayfa ise sadece on dakikada okunur.
*
SAVAŞANLAR ve SAVAŞÇI KELİMELER
– Anlamak Lazım –
Dönek burjuva köşe yazarları veya burjuvazi çok sık, anlatmak istediği bir kişiden bahsederken “İNSAN”, “İNSANİ YANI” sıfatını kullanır.
Ne demektir insan yanı?
Biz de bilinçli bilinçsiz kullanırız, Nazım Hikmet’in insan yanı, örneğin. Ne demektir bu, bir de insan olmayan yanı mı vardır Nazım Hikmet’in? Hayır, öyle bir şey yoktur.
İnsan Süleyman Demirel, insan Sabancılar, Koçlar..
Öyle bir şey yoktur oysa.
Devrimci şair Nazım Hikmet… Katil-uşak Süleyman Demirel… Kapitalist-işbirlikçi Sabancılar vardır.
Elbette ki hepsi insandır ama doğal olan bir durumdur bu. Bu doğal statüyü nasıl kullanıyor burjuvazi? Tekeller, Çoban Sülo diye, o da bizden birisi, içimizden biri diye kabul ettirmek ister Demirel’i. Kuru fasulye yiyen Sakıp Sabancı resmi ile “halkçı” esprileri ile kabul ettirmeye çalışır Sabancı’yı. Buradaki bütün amaç, onları halk tarafından kabul edilebilir hale getirip, katil, soyguncu, hırsız yanlarını gizlemeye çalışmaktır.
Burjuvazi bu amaçla kullanır “insan yanı” vurgusunu.
Biz neden kullanırız, sorgulamadan üzerinde düşünmeden?
Devrimci mücadelenin üç temel ayağı vardır:
Siyasi mücadele, ideolojik mücadele, ekonomik-demokratik mücadele…
Burada konumuz olan ideolojik mücadeledir; yani burjuva ideolojisi ile devrimci ideoloji arasındaki savaştır anlatacağımız.
Bazen “Anlamak lazım”cılık olarak çıkar karşımıza saflarımızda.
Elbette insanın yaşadığı her sorunu insanın kafasından geçen her şeyi anlamalıyız.
Anlamak ile anlayışlı olmak farklı şeylerdir ama.
Anlamak, sorunu kavramak ve çözmek için mutlaktır. Yoksa anlamadan, dinlemeden gerçekçi çözümler bulamayız, adaletli de olamayız.
Önce dinlemeliyiz, anlamalıyız, kavramalıyız ki gerçekçi ve sonuç alıcı çözümler bulabilelim.
Anlayışlı olmak ise çok farklı bir şeydir; burada bize dayatılan yapılan yanlışı meşru görmemizdir. İnsandır yapar, hayat içinde olur böyle şeyler dememizi öğütler burjuva ideolojisi bize.
Devrimci ideoloji ise, bu ifadeye karşı savaşmamızın mutlak olduğunu, aksinin bizi çürüteceğini, giderek yok edeceğini söyler.
Unutmak doğaldır her insan unutabilir, burjuvazi böyle söyler.
Ama devrimciler böyle bakamaz-bakmamalıdır, öyle bazı işler vardır ki bir kişinin unutması, beş kişinin katledilmesi ile sonuçlanır. Burada devrimciden istenen insanüstü bir çaba, süper bir hafıza değildir, unutmamak için alınacak önlemler de kurallar haline getirilmiştir devrimci yaşamda. Bu kurallara uyulursa, unutulmaz. Ama kurallara uymazsan unutursun. Sorun da, çözüm de önceki deneylerimizden önceki “yenilgilerimizden” çıkardığımız sonuçlar üzerine kuruludur. Bilimselliği ve doğruluğu buradadır.
Unutmak doğaldır, her insan unutabilir, burjuvazi böyle söyler.
Peki, burjuvazi gerçekten böyle mi yapar kendi tekellerinde, kendi işletmelerinde? Unutan birisini hoş görür ve “unutmak insana hastır” mı der? Kesinlikle yoktur böyle bir şey, unutanı, maaşını kesmekten işten atmaya kadar bir dizi ceza ile “terbiye eder”.
Onun insan yönetme yöntemi de para üzerine kuruludur.
Bu “insan yanı”, “insana has” konusu, SADECE BİR DEMAGOJİDİR onun için.
Dönekler de yine aynı burjuvazinin kullandığı gibi “insan yanlarımızı görmediğimizi”, devrimcilerin “insani arzu ve isteklerini bastırdıkları için yenildiklerini” söylerler. Bunun ise geri olduğunu, yasakçı olduğunu “insana ait yanları yok ederek insanı bitirdiğimiz”, “insanı reddettiğimizi” söylerler. 12 Eylül sonrasında tekellerin köşe yazarlığını kapan eski dönek solcuların hemen hepsine dikkat edin, nerdeyse 12 Eylül’ün tüm suçlusu devrimcilerdir, onlar el ele gezmiş olabilseler, ODTÜ’nün arka bahçesinde diz dize birbirlerine ilanı aşk etmiş olsalar, sanki 12 Eylül hiç olmayacaktır… Nerdeyse “hırsızın hiç mi suçu yok?” sorusunu sordurtacak kadar pervasızlaşırlar.
Tabii ki biz insanız.
“İnsana has olan hiçbir şey bize yabancı değildir” sözünün ilk sahibi de, tüm kuşaklardaki mirasçıları da bizizdir.
Ve burjuvaziye de bunu biz öğrettik.
Her yerde olduğu gibi, her zaman olduğu gibi eskinin-geri olanın yıkılıp yerine yenisinin kurulması mücadelesinde bizim kanımız döküldü. Feodalizme karşı burjuvazinin mücadelesinde de biz kan revan içinde kaldık.
“Dünya proletaryası, burjuva demokrasisi haklarını alabilmek için kan revan içinde kalmıştır ve bu haklarını da elinde tutabilmek için, elbette ki bütün gücüyle savaşacaktır. ” derken ustalarımız bize bu görevi vermişlerdir.
Burjuvazi bize insan olmayı öğretemez. Biz öğretiriz.
O bizden öğrenecek.
Anlamayı biz öğrettik ona. Bizim emeğimiz, bizim kanımızla öğrendiler. Burjuvaziden bizim olan her şeyi, bizden çaldığı her şeyi yeniden alıp, halkımıza biz armağan edeceğiz.
*
DEVRİM KİTLELERİN ESERİDİR
Devrimcilerin tek güç kaynağı HALKTIR!
Devrimcilerin tek güç kaynağı halktır. Biraz düşünüldüğünde bunu anlamak zor olmayacaktır. Bir devrimci hareket için başka ne gibi güç kaynağı olabilir? Devrimcilerin malı-mülkü, sermayesi, ekonomik gücü mü var? Askeri ve sivil devlet bürokrasisi içinde taraftarları ve bunlardan kaynaklanan gücü mü var? Ya da bu düzende geçerli, aklımıza gelen gelmeyen başka bir güç kaynağı mı var? Hiçbiri yoktur.
Zaten bu güç kaynaklarına sahip olanlar, devrimci olmazlar.
Toplumsal konumları gereği karşı-devrim safında, devrimci harekete düşman konumdadırlar. Peki, geriye ne kalıyor?
Sadece kitleler!
İşte bu nedenledir ki, devrimciler HALKTAN koptuklarında güçlerinin hemen tamamını yitirirler.
Davalarını savunmakta ne kadar kararlı olurlarsa olsunlar, düşman onları yenmekte fazla zorlanmaz. Çünkü DEVRİM asla bir avuç seçilmiş, kendini fedaya hazır insanın işi değildir. Devrim davası, büyük adamların iyi niyetlerinden, çok zeki insanların düşüncelerinden ibaret değildir.
Halk içinde örgütlenmek ve halkı devrimci saflara çekmek, devrim yapabilmenin TEK YOLUDUR.
Devrimci mücadelede gerekli olan her şeyin kaynağı yine HALKTADIR.
Güç olmak istiyorsan, olanak yaratmak istiyorsan, siyasal gelişmeleri etkilemek istiyorsan, HALKI örgütlemek zorundasın.
Devrimcilerin tek yolu budur.
Bu, tam anlamıyla bir varlık yokluk sorunudur.
Bu gerçek, devrim yaptıktan sonra da değişmez.
Devrimin ayakta kalmasını istiyorsan, yine kitleleri SÜREKLİ VE DÜZENLİ örgütleme çabasını sürdürmek zorundasın. Yoksa devrim yıkılır gider.
Devrimciler iktidarda olsun olmasın, HALKTAN koptuklarında bir çocuk kadar güçsüzleşirler. Karşı-devrimin onları alt etmesi, bu durumda ciddi bir sorun olmaktan çıkar.
Bir devrimci, bir eylem, bir dernek veya başka bir örgütlülük gıdasını -güç ve enerji kaynağını- halktan almalıdır.
Halka dayanmayan her kurum ve kişi güçsüzdür.
Halka dayanmayan, kitlelerden kopan her kadro, çocuk kadar güçsüzdür, çaresizdir.
Her sorunun çözümü halktadır. Mücadelede gerekli gücün kaynağı halktadır.
Bir kişi veya kurum, düşüncelerini, kültürünü ya halktan alacaktır ya burjuvaziden. Başka kaynak yoktur.
Kitlelerden değil burjuva kültüründen beslenenler, çaresiz güçsüz ve yalnızdırlar.
Düzendeki hemen her insan güçsüz ve çaresizdir.
Güçsüz, çaresiz ve yalnız…
Halk yaratandır.
Türküleri de halk yaratır, eylemleri de, devrimleri de.
Biz halkız.
Biz milyonlarız.
Biz varız, biz altı milyarız.
SERMAYENİN ÖNÜNDEKİ EN BÜYÜK ENGEL, YİNE SERMAYEDİR demiştir ya MARKS.
Yani kendi sonunu kendi hazırlar kapitalizm.
Başka deyişle, kendinin mezar kazıcısıdır ya kapitalizm;
Bundan dolayı, kendisi, kendisine engeldir.
Çünkü orada halk yoktur. Orada kâr ve sermaye vardır. Bu nedenle kendini yenileyemez. Sadece tüketir.
Sosyalizmde ise halk ve insan vardır. Bu nedenle kendini sürekli yeniler ve tükenmez.
Asla tükenmez.
Kaynağı da hedefi de halktır. Sosyalist ülkelerin yıkılmasının temel nedenlerinden biri budur. Revizyonizm önce devrimi kitlelerden koparmıştır. Kitleler devrime ve politik sorunlara duyarsızlaştırılmıştır. Hem de sosyalizme sahip çıkmak için tek kurşun atmayacak kadar duyarsızlaştırılmıştır. Karşı-devrim bu zeminde egemen olmuştur. Bu gayet doğaldır. Çünkü devrimciler iktidarda olsun olmasın, kitlelerden koptuklarında, gerçekten bir çocuk kadar güçsüzleşirler.
Böyle olduğu için, karşıdevrimin onları alt etmesi çok zor olmadı. Halktan kopmuş sistemlerin nasıl kolayca yıkılabildiğini gördük hepimiz.
Halk, yani -gerçek güç kaynağı- yıkılmaz. Halktan kopmayanlar da yıkılmaz.
Halkı ustaca tarif eden şairin dediği gibidir gerçek.
«Onlar ki toprakta karınca suda balık havada kuş kadar çokturlar, korkak / cesur / cahil hakîm / ve çocukturlar ve kahreden / yaratan ki onlardır, destanımızda yalnız onların maceraları vardır.
İşte bu nedenle halka gitmeliyiz. Yenilginin de, zaferin de sahibi halktır. Her şey kitlelerdedir. Sorunun da çözümün de kaynağı halktır.
*
SAVAŞANLAR ve SAVAŞÇI KELİMELER
– Teslimiyet ve Direnmek-
İdeolojik mücadelede ve devrimci yaşamda kelimeler silahtır; yanlışı öldürürüz onlarla. Doğruyu ortaya çıkarırız.
Hatta bazen güçlü bir patlayıcıdırlar; her şeyi darmadağın ederler ve biz yeniden kurarız hayatı bu enkaz üzerine.
Bazense; uyuşturucudur, insanı aptallaştırırlar; “ÖZGÜRLÜK” gibi.
Bazen de zehirdir, öldürürler, fark ettirmeden, öylesine olağanlaştırırlar ki her yanlışı, gün gün, saat saat, yavaş yavaş öldürürler insanı; “ANLAMAK LAZIM” gibi.
Bazı kelimeler kendi aralarında iki düşman gibi savaşırlar mesela: TESLİMİYET VE DİRENMEK gibi.
Bu iki kelime çok yeteneklidirler, çok saftırlar ama kimse onları kandıramaz. Çıplaktır ikisi de, kimse giydiremez, süsleyemez onları.
Çok saftırlar gerçekten, hiçbir şey katamazsınız bunlara, eritmez, barındırmazlar içlerinde. Zorla karıştırsanız bile ayrı dururlar, aynı kapta bile.
Çok yeteneklidirler, yetenekleri tarihsel deneylerinden gelir. Son sözü hep direnenlerin söylediğini tarihten öğrenmişlerdir. Boyun eğenleri yazmaz bile tarih. Çünkü tarihi direnenler yazarlar.
Çok yaşlıdırlar, rivayete göre insanlığın varoluşu ile birlikte anılırlar. Önce doğaya, sonra sınıflara karşı varlıklarını sürdürmüşlerdir ve insanın insanı sömürmesi bitene kadar da varlıklarını sürdürecek gibi görünüyorlar.
Bu iki kelime, bir rivayete göre her insanla yeniden doğarlar ve hiç ölmez, hiç yaşlanmazlar bu nedenle. Çünkü her insanla aynı yaştadırlar hep.
Bu iki kelime, en saf, en sade hali ile hemen, demagoglarla dürüstleri, devrimcilerle-dönekleri birbirinden ayırabilir.
Başlarına veya sonlarına “ama, fakat, ancak…” kelimelerini asla almazlar, alamazlar. Çünkü bu kelimeler direnmek kelimesinin yanında nefes alamazlar, boyun eğmeyi, teslimiyeti ise gizleyemezler.
Bazen kelimeler o günkü yolumuzu çizip geleceğe giderler; öğretmenimizin sloganları gibi.
Bazen dünyanın en güçlü özeleştirisidir kelimeler, YOLDAŞLAR BİZİ AŞIN dendiği gibi.
Bazen inanç ve irade yüklüdür, BU SAVAŞI DA KAZANACAĞIZ dendiği gibi.
Bazen ölümü fütursuzca zafere dönüştürenlerdir; ÖLDÜLER YE-
NILMEDILER gibi.
Bazen direnişin sonsuzluğunun en güçlü ifadeleridir BİZE ÖLÜM YOK’da olduğu gibi.
Bunlarda hep direniş vardır.
Biz bir kez direnmeyi seçersek her şey ona göre şekillenir.
Bir kez TESLİMİYETİ seçerseniz de, hayat orada durur, biter, direnenler üzerinize basıp giderler. Belki engel olmaya çalışırsınız, ama geçicidir bu, ASLOLAN DİRENMEKTİR çünkü.
Kelimeler, bir devrimcinin en etkili, en güçlü silahıdır.
Bir masa başında yazı yazarken, bilginin ve haklılığın meşruluğu ile hedefe nişan almak kelimelerle…
Bir basın açıklaması yaparken, hiçbir kelimeyi sıradanlaştırmadan…
Bir miting alanında konuşurken, “Kardeşler! Halkımız!..’’ diye seslenirken ki…
Kuşatılan bir evde slogan atarken, bayrağımız ülkenin her tarafında dalgalanacak derken ki…
İnançtır direnişimizi belirleyen. Bu inançla; yazdığımız yazıda, yaptığımız basın açıklamasında, konuştuğumuz mitingde, attığımız sloganda ya TESLİMİYETİ ya DİRENMEYİ anlatacağız. İki yol vardır; ya boyun eğeceksin, teslim olacaksın, ya direneceksin. Ara yol yoktur.
Bize ölüm yok, öldüler yenilmediler ve daha birçok slogan, öylesine doğal, öylesine sakin dökülürler ki O’nun dilinden; o an anlarsınız bu kelimeler onun yaşamıdır aslında. Çünkü direniş devrimciliğin doğasıdır. Her sabah günaydın der gibi bir yoldaşına, doğaldır direnmek.
İşte bu nedenle böylesine doğal ama asla sıradan olmayan bir şeydir direnmek.
İşte biz bu sadelikte ve bu doğallıkta ustalaşmalıyız konuşurken ve yazarken.
İşte biz bu kelimelerle ustalaşmalıyız dostu düşmandan ayırmakta.
İşte bu kelimelerle ustalaşmalıyız demagoglarla devrimcileri ayırmakta.
Ustamızın bize öğrettiği doğallık, sadeliktir. Ama asla sıradan olmamaktır. Ve o bize öğretti ki, ASLOLAN DİRENMEKTİR.
Nerede olursak olalım, kafalarımızın patlatıldığı, diri diri yakıldığımız hapishanelerde, onlarca mermi ile delik deşik edildiğimiz üslerimizde, saatlerce kalkamadığımız bir masanın başında ASLOLAN DİRENMEKTİR.
Bazen açlıkla,
Bazen kurşun ile,
Bazen yazı ile, ve hep inançla direnmek. Sonunda ölüm de vardır elbette. Son sözü söyleyen direniştir ama.
Sadece savaşanların vardır savaşçı kelimeleri. Sadece savaşanların vardır direniş destanları.
Savaşçı kelimeler, savaşçı sözler bizimdir; direnmesini bilenlerin, direnenlerindir.
*
‘İRADE, CÜRET VE EMEKTİR’
Devrimci hareket onun önderliğinde gelişimini sürdürürken, 13 Eylül 1992’de, yurtdışındaki merkezi üstte, darbeci bir ihanet çetesi, Dursun Karataş’a alçakça saldırıp, onu tutsak ettiler.
Tarih bir kez daha sınıyordu onu. Ve o bir kez daha önderlik vasfını gösterecek, iradesiyle, öngörüleriyle bu ihanetin aşılmasını, hareketimizin devrim yürüyüşüne kaldığı yerden devam edebilmesini sağlayacaktı. Alçaklık, çürümüş aktörleriyle birlikte tarihin çöplüğüne atılırken, o, hiçbir darbenin teslim alamadığı ve kirletemediği bir devrimci önderlik olarak tarihsel yerini, misyonunu pekiştiriyordu. Önderlik, artık daha güçlü, önderlik bilinci daha açıktı.
Devrimci harekette ağır tahribatlar yaratan darbe ihaneti onun önderliğinde alt edilip, hemen her şey yeniden yaratılarak, devrim yürüyüşü sürdürüldü. Onun güçlü iradesi, şaşmaz öngörüsü ve isabetli politik kararları, işte bu süreçte hareketin önüne partileşme görevini koydu.
Bu görevi yerine getirmek için, devrimci hareketin önder kadrolarının katılımıyla, 30 Mart 1994’te Devrimci Halk Kurtuluş Partisi Kuruluş Kongresi toplandı. Devrimci Sol, kongrede devrim yürüyüşünü Devrimci Halk Kurtuluş Partisi (DHKP) olarak sürdürme kararı aldı ve Dursun Karataş, DHKP Genel Sekreteri olarak seçildi. Şehitlikler ve ihanetler arasında devrimci hareketi ilk hedefine, Partiye ulaştıran önderlik olarak bu görev, bu onur tartışmasız olarak onundu elbette.
Bu görevi yerine getirdiği yıllar boyunca da halkların umudunu büyüten, devrimi ilerleten sayısız politikaya, eyleme, örgütlenmeye imza attı. Kuşatmalar altında, illegalite koşullarında ve hastalığıyla da mücadele ettiği bu yıllar boyunca Türkiye devrimi için yaşadı, devrimci hareketin önderi, Genel Sekreteri olarak üstlendiği görevi eksiksiz yerine getirdi. Dursun Karataş 14 yıldır bu görevdeydi ve son günlerine kadar da bu görevini sürdürdü.
Böyle bir ölüm karşısında sadece hüzün ve acı gibi sıradan duygular içinde olmak değil, ancak acıyı aşma, zorlukları yenme gücü bizi sıradanlıktan uzaklaştırır.
Biz bu günlere zaafları aşa aşa, güçlükleri yene yene geldik. Bundan sonra da böyle devam edecek ve yeni insanı böyle yaratacağız.
Düşünceden ödün vermenin, ihanet ve alçaklığın pek çok türü ölüm korkusundan doğmuştur. Dayı ise, ölümü dahil her şeyi iradi olarak büyük b emek ve cüretle organize etmiştir.
Umutsuzluk,
iradeye ket vurur
düşünceleri karmaşıklaştırır,
düşünmemeye iter,
solucanlar gibi yerlerde süründürür.
O bize her koşulda umutlu olmayı, her koşulda İRADİ olmayı öğretmiştir.
Acımızı yenecek ve ona söz verdiğimiz gibi asla kontrolümüzü yitirmeyeceğiz.
İrade bize mutlaka doğru yolu gösterecektir. İrade, kof bir inanç, içi boş insanüstü bir ruh hali, bir düşünce değildir. İrade, emek ve cürettir. Her anı için yoğun emek ve her adım için büyük cüret gereklidir iradeyi yaratmak için.
O büyük iradesini böyle yaratmış ve yönlendirmiştir.
O, bu irade ile katlanılması zor acılara dayanmıştır. Kimsenin girişmeye bile cesaret edemeyeceği savaşlara girmiştir.
O bu irade ile esip geçen bir rüzgâr gibi olmuştur, kimse O’nu ele geçirip tutamamıştır.
Bir ordu ne kadar büyük olursa olsun savaş küçük birimler üzerinde yürür, gerçekleştirilir.
Bu küçük birimlerden her biri iradi olan, YANİ CÜRETLİ OLAN, YANİ EMEKÇİ
OLAN, gerektiğinde ikinci birinin yükünü de omuzlayan, alçak gönüllülükle tüm görevlere elini uzatan, sıradan, mütevazi, her an öğrenmeye açık olan insanlar olduğu sürece ZAFER BİZİMDİR. Tek bir insan, bu yeterlidir. Her yerde tek bir insan bu iradiliği gösterirse, savrulmalara izin vermezse, tek bir insan birçok olumsuzluğun önünde duvar olur, barikat olur, aşılamaz olur.
İnsan ölüm acısı karşısında, büyük acılar karşısında cesur olabilir, metanetli olabilir. Halkımız ölüm acısını katlanılabilir hale getirmiştir, acısını dostları sevdikleri ile paylaşarak azaltmaya çalışmıştır.
“… Ölüm doğal bir olaydır, böyle bir dünyada baş eğmeden ölmeyi bilmektir önemli olan…” demiştir O ve son anma kadar iradi davranmış, en son iradi eylemi olarak kendi ölümünü örgütlemiştir. Dimdik durmuştur ölüm karşısında.
Şimdi sıra bizde,
Bizi teslim almaya çalışan hayat karşısında devrimci kalmak, dimdik durmak da bizim boynumuzun borcudur. Düzen hayatın günlük yaşamı içinde, KÜÇÜK AYRINTILARDA kendi ideolojisini, sessizce, sinsice dayatır. Bu dayatma karşısında dimdik durmak, tavizsiz olmak görevini bırakmıştır bize. Dimdik durmalıyız. Bu küçük ayrıntıları asla normal karşılamamalıyız.
Ağlamayı yasaklamıştır bize. Son vedalaşmasında işaret parmağını öne uzatıp “ağlamak yasak, iradi olun, irade emek ve cürettir, bu da sizde var” diyerek bizden ayrılmıştır.
Evet bu irade ile O’nu selamlayacak, savaşımızı büyütecek ve zaferi kazanacağız.
*
ANLAMAK ve ÇAKMAK
Bir olayı anlamak ve çakmak birbirinden çok farklıdır.
Çaktımcılık, günlük yaşamda ANLAMAK eyleminden ciddi bir sapma olarak çıkar karşımıza.
Ne demektir çaktımcılık?
ÇAKTIMCILIK HER ŞEYİN tersini düşünmektir.
ÇAKTIMCILIK OLANIN-OLAĞANIN TERSİNİ DÜŞÜNMEKTİR.
OLAN NEDİR, OLAĞAN NEDİR, en basit hali ile neden-sonuç ilişkisidir.
Ama çaktımcı asla böyle bakmaz.
Çaktımcılık bazıları için ÜSTÜN ZEKA GÖSTERGESİ olarak bile kabul edilir.
Çaktımcıya olayı çıplak, sade hali ile kabul ettirmek çok zordur.
Çünkü o hiçbir şeyi doğal hali ile düşünemez, dediğimiz gibi, bir sapmadır çaktımcılık. Çaktımcılar hastadır aslında. Düşünme özürlüdürler. Bırakalım devrimci düşünme tarzını, sıradan insanlar gibi bile düşünemezler.
Çaktımcı adeta bir “dedektif” gibidir. Müthiş izler sürer.
Çaktımcı dünyanın en büyük “sosyoloğudur”, müthiş tespitler yapar.
Çaktımcı dünyanın en “zekisidir”, hiç kimsenin aklına gelmeyeni düşünür.
Çaktımcı dünyanın sekizinci harikasıdır aslında ama devrimciler kıymetini bilmezler onların.
Oysa anlamak büyük bir saygı ve emeğin ürünü olarak çıkar karşımıza. Anlamanın yolu yüzyıllardır değişmemiştir.
Soru sormak, temel anlama yöntemidir.
Neden (ya da ne için)?
Ne?
Ne zaman?
Nasıl?
Nerede?
Kim?…
sorularını kapsayan ve “5N 1K” şeklinde en kaba hali ile ifade edilen temel sorular, anlamanın ilk adımı olması açısından önemlidir. Çok önemlidir.
Doğru ve yanlışı ayırt etmemiz için mutlaka anlamamız gerekir.
Anlamanın yolu ise sonuna kadar dinlemek ve soru sormaktır.
Bize birisi bir şey mi anlatıyor; SONUNA KADAR SABIRLA ONU DİNLEMELİYİZ.
BÜYÜK BİR SABIRLA DİNLEMELİYİZ, O, ANLATACAĞI HER ŞEYİ ANLATMALIDIR. VE BİZ ONUN ANLATACAĞI HER ŞEYİ ANLATMIŞ OLDUĞUNA EMİN OLMALIYIZ. Bu bir çocuk da olabilir, ama mutlaka dinlemeliyiz.
Ve soru sormalıyız. Sorularımız basit sade sorulardır.
Dediğimiz gibi, OLAN NEDİR, OLAĞAN NEDİR, en basit hali ile neden-sonuç ilişkisidir.
Olaylar ve sonuçlar arasındaki bu ilişkiyi doğal hali ile kurmak temel yöntemdir.
Anlamak için; kullanacağımız araç soru, kullanacağımız yöntem mantıklı bağlar kurmaktır.
Yani aklımızı kullanacağız.
Yani kafamızı kullanacağız.
Bunun için süper zeki olmak gerekmiyor, aklımızı kullanmak yeterli.
Bırakın çaktımcılar kendilerini zeki sansın, ama onlar sadece KURNAZDIRLAR.
Çaktımcılar düzenin onlara öğrettiği kurnazlık ile hareket ederler; devrimciler ise devrimin ihtiyaçları için akıllarını kullanmayı, anlamayı amaç edinirler.
Kurnazlıkta zeka yoktur, kendini tatmine yönelik içgüdüler vardır.
Anlamakta ise devrimci sorumluluk ve adalet vardır.
Biz devrimciyiz, tabii ki aptal yerine konulmamıza da izin vermeyiz. Ama kurnazlarla zekileri ayırt edebilecek uyanıklığımız vardır. Bu uyanıklığı bize veren, yöntemimizdir. Neden sonuç ilişkisi kuran yöntemimiz, ustalarımızın bize öğrettiği diyalektik materyalist yöntemdir. En büyük silahımız budur, en büyük zekamız budur. Devrimci uyanıklığımızın da, devrimci saflığımızın da nedenidir bu yöntem.
Bilimseldir.
Ve hala yalanlanmamıştır.
*
HERKESİN BİR AİLESİ VARDIR HİÇ BİR HALK ÇOCUĞU HALKTAN BANA NE DİYEMEZ
Devrimci nedir, devrimci kimdir sorusuna “BEN” diye cevap verebilmek için, bu sorunlar kafamızda çözülmüş olmalıdır.
Devrimci olmaya karar vermek, her şeyden önce düzenden kopmaktır. Düzen, öncelikle ideolojidir. Düzenin ideolojisini reddetmeden, devrimci iktidar istenemez, faşist iktidarı yıkmak için savaşılamaz. Düzen ideolojisini reddetmek ne demektir; düzende yaşamayı her yönüyle reddetmek, halkımızın ve kendi kurtuluşumuzun devrimci iktidarda olduğunu görmek ve bunun için savaşmaktır.
Düzenin okulları ideolojisiyle, kültürüyle, ahlakıyla, aile ilişkileriyle, yaşam biçimiyle insanları düzene tutsak etmiştir. Anlayış bencillikle şekillenmiştir. Her şeyde insanın kendini düşünmesi, kendi çıkarları için başkasını kullanması tavsiye edilir. Halkın ve ülkenin çıkarları, onurlu ve namuslu yaşamak reddedilir.
Düzenin bütün kurumları ve de düzen tarafından eğitilmiş aileler bu bencilliği tavsiye ederler. “Sen kendini düşün, başkasından sana ne” derler. Bu yüzyıllardır, düzenin empoze ettiği kapitalist düzenin kâr ve çıkar üzerine kurulu düşünceleridir. Devrim ve sosyalizm ise bunu tümden reddeder. Tam tersini savunur. Ülkenin ve halkın çıkarlarını her şeyin üstünde tutar. Ne kişinin, ne de ailenin yalnız başına kurtuluşu imkansızdır. Ancak halk; yani işçiler, köylüler, esnaflar, namusuyla çalışan, emperyalizme ve faşizme karşı olan herkes kurtulduğunda kişi ve ailenin kurtuluşu da mümkün olabilir. Bunun için devrimci; halkın kurtuluşu için savaşan, kendi kurtuluşunu halkın kurtuluşunda gören, her türlü fedakârlığı göze almış, düzenden kopmuş, ne yaptığını bilen bilinçli bir insandır.
Herkesin bir ailesi vardır…
Ailemizi reddetmeyiz. Ve herkes gibi severiz. Ama ne yazık ki; ailelerin büyük çoğunluğu düzenin eğitimine göre şekillenmiş olup, kapitalizmin çizdiği sınırlar içerisinde düşünür ve yaşar. Kurtuluşlarının devrimle, bütün halkla birlikte gerçekleşeceğini bilmezler. Çocuklarına “oku adam ol” veya “çalış kendini de bizi de kurtar” derler. Elbette ailelerimizi eğitmek ve düzen düşüncelerinden kurtarmak görevimizdir. Ama bunu bir anda yapmak mümkün değildir. Bir yandan ailelerimize ülkemiz gerçeğini anlatırken, bir yandan da onların bizi düzene çekme konusundaki baskılarına karşı inatçı bir kavga sürdürmek zorundayız. Aksi halde annelerin gözyaşları, dramatik intihar girişimleri, “sen gidersen ölürüm, yaşayamam” sözleri bizi bir biçimde düzene çeker. Çok rastlanır; “aileme bağlılığım var, annem hasta, ailemin maddi durumu çok kötü” gibi gerekçeler hep bizi düzen cephesinde tutmak içindir.
Devrimci olmaya karar vermiş bir insan, hala ailesinin bu tür sözlerinin etkisi altında kalıyorsa veya beynini meşgul ediyorsa o hala bu soygun ve zulüm düzenine karşı savaşmaya karar vermemiş demektir.
Hala düzenin pislikleri içerisinde, gerçekleri bile bile yaşamak istiyor demektir. Gerçekleri bilip de düzende yaşamak ne demektir? Bu, faşizm halkı ezsin, sömürsün, onursuz yaşamaya mahkûm etsin, adaletsizlik sürsün ama ben bunları seyrederek yaşayayım demektir. Düzenin nimetlerinden faydalanayım demektir. Başkaları katledilsin, tutsak düşsün, işkence görsün, kaybedilsin, sömürü sürsün, ben yaşayayım demektir. Bu gerçekleri bilerek savaşmamak, düzende yaşamak faşizmin suçuna ortak olmak, onursuz yaşamak demektir.
Aileye bağlılık veya duygusallık diye bir şey yoktur. Herkes ailesini sever. Ama ailemiz sadece milyonlarca halktan biridir. Bir yanda milyonlarca halk ve bu halkın onurlu bir yaşamı, diğer yanda sadece ailemizin düzen yaşamı vardır. Bunları, karşı karşıya getirmek bile, büyük bir adaletsizlik, büyük bir vicdansızlıktır. Hiç bir halk çocuğu; “Halktan bana ne” diyemez. Ancak tekellerin, büyük toprak sahiplerinin, faşistlerin çocukları bunları diyebilir.
Aileler görünüşte her şeyi çocuklarının selameti için yaparlar. Çoğunlukla yalandır. Gerçekte düşündükleri, çocukları değil, kendilerinin düzeniçi yaşamlarının bozulmamasıdır. Çocukları devrimci olunca eve para getiren biri eksilecektir. Veya çocuklarıyla geliştirebilecekleri, daha iyi bir yaşama sahip olamayacaklardır. Polis tehdit edecektir. Sık sık gözaltına alacaktır. İktidarın propagandalarıyla, en yakın çevreleri “çocuğunuz terörist oldu” diyecektir. Böylece çevrelerinde teröristin babası olarak bilineceklerdir. Dışlanacaklardır. Hatta polis, aile ve yakınlarını fişleyecektir. İşten atmakla tehdit edecektir.
Bütün bunları düşünerek çocuklarının devrimci olmasını istemezler. Özellikle de “demokrat”, “solcu” kökenli aileler çoğunlukla, ilerici geçinirler. Kendileri genellikle ilerici, demokrat özelliklerine rağmen ya mücadeleye katılmaz, CHP gibi düzen partilerine angaje olurlar ya da çok sınırlı katkılarda bulunurlar. Çocukları devrimci olduğunda ise onları düzende tutabilmek için her türlü gerici yöntemlere başvururlar. Hatta “örgütü” ve çocuğunu polise bildirenler, bildirmek isteyenler az değildir. Elbette nedenleri, bizim onları devrimleştiremeyişimizdir. Ama bu böyledir diye onların bencil tavırlarına teslim olunamaz.
Hiç bir devrimci hareket, bir anda herkesi devrimcileştiremez. Bu mücadeleyi bırakmaz ama her devrimci, zamanı geldiğinde kapıyı çekip, bir daha geri dönmemek üzere çıkabilmelidir. Ailenin bizi düzende tutmasına karşı mücadele esasta aileye karşı değil düzene karşı bir mücadeledir. Bu yanıyla “AİLEME DUYGUSALLIĞIM VAR” gibi sözlerin özü “düzene bağlılığım var” demektir. Düzene bağlılığı olanlar, düzene karşı savaşamaz. Er geç düzene dönerler.
İhanet, kaçınılmaz sondur. Bir hain, bir ahlaksız olarak yaşamak istemeyen her devrimci bu düzen bağına son vermelidir. Ailemizi düzenden kurtarmak, yoksulluğuna son vermek daha çok savaşmakla, devrimle mümkün olacağını bilerek hareket etmeliyiz.
*
DÜŞMAN NEREDEYSE CEPHE ORASIDIR
Düşman, gözle görüldüğünde nettir, somuttur, savaşmak kolaydır.
Düşmandır ve savaşılması gerekir.
Düşmandır yok edilmesi gerekir.
Fiziki olarak yok edersin ve biter.
Ama öyle, bazı düşmanlar vardır ki dost görünürler.
EN TEHLİKELİSİ BÜDÜR.
DOST GÖRÜNENLERDİR.
Devrimciliğimizi yıpratan her şey düşmandır.
Bazen unutmaktır düşman.
Bazen yanlış anlamak…
Bazen kendi dışındakileri suçlamaktır.
Bazen denetlememektir.
Birçok farklı biçime, karaktere bürünebilir; dost görünen düşmanlar.
Bu sahte dostlar, sığındığımız çaresizliğimizdir aslında.
Bu sahte dostlar zavallılığımızdır.
“Unuttum”, “ne var bunda”, “basit bir unutkanlık”, “tamam işte yanlışı buldum denetlemedim böyle oldu”, “Ahmet”e söyledim ama yapmamış, ne yapabilirim ki fazladan?…” en tipik görüntüleri böyle çıkar karşımıza.
Ama asla unutulan, basit bir pankart değildir.
Unutulan iddiamızdır. Unutulan devrimciliğimizdir.
Bu yok edilmesi gereken düşman, güçlüymüş gibi görünür.
Savaş alanı, son derece geniş gibi görünür.
Ama bunlar da sahtedir, yalandır.
Savaş alanı beynimizdir.
Silahlarımız moralimizdir.
Moralimiz inancımızdır.
İnancımız, büyük bedeller ödeyerek kazandıklarımızda.
Denetlemeyen, unutan devrimci bunları bilmez mi? Bilir elbette.
Gerçeği bilmek ayrı, gerçeği söylemek ayrı bir cesaret işidir.
Gerçeği herkesin bildiğinden emin olun.
Hiç kimse aptal değildir.
Sadece yüreksizdir. O gerçeği dile getirme cesareti yoktur.
Çözüm, vardır elbette.
Çözüm hatalardan ders çıkartmak ve öğrenmektir.
AMA BİLMELİYİZ Kİ EN ÇOK DA KENDİ HATALARIMIZDAN DERS ÇIKARTARAK ÖĞRENİRİZ.
En değerli gerçekler, kendi hatalarımızdan çıkardığımız derslerden öğrendiklerimizdir.
Çünkü en büyük savaş beynimizdedir.
En büyük savaş alanı beynimizdir.
Hatalarımızdan korkmamalıyız.
Eksiklerimizden ürkmemeliyiz.
Önce onları, olduğu gibi kabul etme cüretini göstermeliyiz.
Bu kabul, onlarla savaşma gücümüzdür.
Ne kadar güçlü bir kabul varsa, o kadar güçlü bir değişim bizi bekliyor demektir.
Reddetmek, sahte dostlara sığınmak; çaresizliktir, zavallılıktır. Düşman beynimizdedir aslında.
En tehlikeli düşman budur.
Çünkü biz biliyoruz ki SAVAŞTIKÇA GÜÇLENECEĞİZ.
Savaştıkça öğreneceğiz.
En çok kendi yanlışlarımızdan öğreneceğiz. Savaş alanı beynimizdir.
Düşman beynimizdeyse, savaş da beynimizdedir. Ve bu savaşta her devrimci, savaşçıdır.
Bu savaşta her devrimci kendinin komutanıdır.
Bu savaşta her devrimci hem savaşçı, hem komutandır.
Bu savaşta herkes kendinin komutanıdır.
Bu savaşta her devrimci beyin kaledir.
Kalemizi savunmalıyız.
Bildiğimiz her doğru ile devrimciliğimizi koruyacak, büyüteceğiz.
Bu savaşta; her doğru, her gerçek, her türlü şey silahımız olmalıdır.
Tarihimiz bu savaştan galip çıkan devrimcilerin yaşamı ile doludur.
Savaştıkça öğreneceğiz.
Savaştıkça güçleneceğiz.
*
DEVRİMCİLİK, İDEAL SAHİBİ OLMAKTIR. İDEALİMİZ, SAVAŞANLARI ÇOĞALTMAKTIR
Stratejik hedefimiz; anti-emperyalist, anti-oligarşik devrim.
Devrimle halkın iktidarını kuracak, sömürüsüz ve özgür bir dünya uğruna savaşa devam edeceğiz.
Bu büyük bir idealdir.
Bu büyük bir davadır.
Davamız ve ideolojimiz etrafında birleşerek cephenin öncülüğünde halkımızın kurtuluşu ve özgür vatan için mücadele ediyoruz.
Bu ideale varmak için bulunduğumuz alanda, bölgede ve birimde savaşın ve devrimin gereklerini yerine getirmekle, yapılması gerekenleri yapmakla görevliyiz.
Bu, halka karşı büyük bir sorumluluk, sahiplenme ve görev bilincidir.
Halkın her kesimini örgütleyerek, örgütlenmelerimizi büyüterek ve geliştirerek, gerillayı büyüterek, gerilla ordusunu ve sonrasında halk ordusunu yaratarak, kurtuluş bayrağını her geçen gün daha yükseklerde dalgalandırarak zafere yürüyeceğiz.
Tüm bunları gerçekleştirmek, küçükten büyüğe irili ufaklı milyonlarca işi yaparak, daha fazla pratik içinde olarak ve günlük iş yaparak gerçekleşecek.
Yani daha çok emek harcayarak ve çalışarak… Bu, bir devrimcinin idealleri uğruna mücadele vermesidir.
Çalışma alanımızda önümüze hedefler koyarak, programlar çıkararak, bunları hayata geçirmede hiç vazgeçmeden ısrarlı olarak, adım adım yapacağız.
İdealleri olmayanlar büyüyemez. Çünkü amaçsızdırlar.
Bizim ideallerimiz çok daha büyüktür, halkın kurtuluş mücadelesini zaferle sonuçlandırmaktır.
Bu mücadele içinde olan her devrimci, kendisini de çalıştığı alanı da büyütecektir.
Herkes her alan ve birimde sormalıdır.
Günlük, haftalık, aylık, yıllık hedefimiz, planımız, programımız var mı?
Bunun için ne kadar kafa yoruyor, ne kadar çalışıyoruz, neler yapıyoruz?
Her gün bir yeni insana gidip ona kavgayı, vatanımızın ve halklarımızın içinde bulunduğu durumu anlatıyor muyuz?
Onu mücadeleye katabiliyor muyuz?
Yanı başımızdaki yoldaşımızla ilgilenip onu eğitiyor muyuz?
Kendimizi, örgütlülüğümüzü geliştiriyor muyuz?
Hayatın gürül gürül aktığı ve çok zengin olduğu, her gün yeni bir gelişmenin olduğu Anadolumuzda; insanlara, halka kendi görüşlerimizi götürüyor muyuz?
Onlara gerçekleri anlatıyor muyuz?
Bir kez değil tabi ki ısrarla, nasıl devrime kazandırırım diye düşünerek: üreterek, çözümler bularak yaklaşmakla olacaktır bu.
Mahallemizdeki komşuya, okulumuzdaki insanlara, selam veriyor muyuz?
Bir evin kapısını çalarken nasıl çalıyoruz evdeki insanla nasıl sohbet ediyoruz?
Ne tartışıyoruz ve nasıl sonuç alıyoruz? Okul kantinindeki ya da mahalledeki kahvede insanlarla sohbet ediyor muyuz? Günlük pratiğimizin muhasebesini, çıkan sonuçları her gün değerlendirerek tekrar halka gidiyor muyuz?
Haftalık, aylık, yıllık olarak aldığımız sonuçları devrimci tarzda değerlendirip, eksiklerimizi giderme, daha fazlasını yapmak için önümüze hedefler koyuyor muyuz?
Bu sorulara gönül rahatlığıyla evet diyebilmeliyiz.
Öyleyse bir dava adamıyız ve ideallerimiz de büyüktür.
Çalışmamız, düşünce tarzımız, yaşamımız tüm bunları hayata geçirebilecek, yapabilecek şekilde olmalıdır. Öyle olduğunda üstesinden gelemediğimiz, halk için baş koyduğumuz bu davada yapamayacağımız bir şey de yoktur. Bir ömür boyu devrimcilik umutlu olmaktır. Halkın umuduyuz ve umudu büyütüyoruz.
Yaşadığımız dünya – da ve ülkemizde emperyalizmin ve işbirlikçilerinin; devrimi, halkın mücadelesini yok etmek için her türlü, zulme, vahşete ve aşağılık yöntemlere başvurduğu günümüzde; devrime, sosyalizme ve halkın kurtuluş davasına daha sıkı sarılıyor ve bağlanıyoruz.
Dosta da, düşmana da gururla ve onurla haykırıyoruz; yüzyıllardır ezilenlerin, halkın umudu yok edilemedi, Pir Sultanların, Baba İshakların, Şeyh Bedrettinlerin zulme ve saltanatlara karşı kaldırdığı isyan bayrağı bugün bizlerin, Cephelilerin ellerindedir.
Silahlı, silahsız, kitlesel örgütlenmelerle ve mücadeleyle yürüttüğümüz bu savaş; ezilenlerin, yoksulluk ve açlık içinde yaşayan halkın, kurtuluş umudu olmuştur.
Bu umudu büyüterek, zaferler kazanarak, devrimi gerçekleştireceğiz. Bu, yaşadığımız dünyanın, yaşadığımız ülkenin ve halkımızın bir gerçekliğidir. Bu bilimsel bir gerçekliktir.
Ancak bu böyledir diye ne halk kendiliğinden devrim saflarına gelecek, ne de Koçlar, Sabancılar, Eczacıbaşılar iktidarlarını bırakıp gideceklerdir.
Doğrudan doğruya bizim çalışmamızla, halkın örgütlenmesiyle, savaşı geliştirerek devrim yürüyüşümüzü büyütmemize bağlıdır. Düzenin baskı ve zoru karşısında, işkencede, her türlü ideolojik, politik, kültürel, ahlaki saldırıları karşısında direnerek, dik durarak, ayakta kalarak ve her gün halkın hemen yanı başında maddi bir güç durumuna gelerek, devrim alternatifini büyüterek halkın umudunu büyütebiliriz.
Savaşı ancak böyle kazanabiliriz.
Savaşı kazanmak, maddi bir güç haline gelmektir.
Bunu yapacak olan biziz, Cephelilerdir, halkımızdır.
Oligarşinin umutsuzluğu, teslimiyeti, yılgınlığı ve inançsızlığı yaygınlaştırmaya çalıştığı koşullarda; inancımızı, kararlılığımızı büyüterek, ideolojik, kültürel, ahlaki olarak sağlamlığımızı koruyarak ve savaşı büyüterek…
İşte bu nedenle umutsuzluk bize yasak…
Çünkü, bir ömür boyu umutlu olmaktır devrimcilik.
Bunu başarmak gelecek düşüncesi ve halkın gücüdür.
Umudu büyütmek ve hep umutlu olmak her devrimcinin, her Cephelinin temel görevidir.
Bu nasıl olacaktır?
Düşman kültürel, ahlaki olarak okulda aynı sınıfı, aynı sırayı paylaştığımız insanı yozlaştırarak, umutsuzlaştırarak, dejenere ederek günden güne çürütüyorsa, Amerikan yaşamına ve kültürüne özendiriyorsa ve onlar öyle yaşıyorsa, devlet mahallemizde 12 yaşındaki çocuğu uyuşturucu bağımlısı yapıyorsa ve bunu yaygınlaştırıyorsa, fuhuşu yaygınlaştırıyorsa bizler bunlara ilgisiz kalıp seyrediyorsak, sapkınlıklar, serseri ve lümpenlikler çoğalıyorsa ve biz orada kitlelere gitmiyorsak, halkın umudu nasıl büyüyecektir? Her gün, her gün halka; sağcısı, gericisi, Alevisi, Sünnisi demeden gidecek ve örgütleyerek, hep örgütleyerek, savaşarak, savaştırarak umudu büyüteceğiz.
İşte bizi var eden, yaşamın ve Cephe’nin gerçeği budur.
Maddi güç haline gelmek budur.
Savaşanların sayısını arttırmak; mahallemizden, okulumuzdan daha fazla savaşçı çıkarmak, kitleleri örgütlemek, maddi güç olmaktır ve savaşı kazanmaktır.
*
ÜNİVERSİTELERİ BASINI DÖNEK AYDINLARIYLA TÜM GÜÇLERİYLE DEVRİMCİLERE VE DEVRİME SALDIRIYORLARSA DEMEK Kİ DOĞRU YOLDAYIZ
Hocalar, falcılar, avukatlar, sosyologlar, astrologlar, ahlak profesörleri, üniversite öğretim görevlileri… Sistemle halk arasında görevleri kafa karışıklığı yaymak olan insanlardan oluşan bir ağ yaratıyorlar.
Kafa karışıklığı yaratan “ordu”, genellikle sol söylemleri kullanıyor. Sol söylemler halk üzerinde etkilidir, bunu iyi bilirler.
Oligarşi her türlü kurumuyla, basınıyla, televizyonlarıyla, eğitim kurumlarıyla, devrimcilerle düzen arasına köprüler kurarak makul solcu söylemlerle halktan gerçekleri gizlemeye çalışır.
Tüm dünyada oligarşiler, sol söylemlerin bu şekilde kullanılmasında bir sakınca görmüyor, çünkü kapitalizm vahşetini sömürüsünü inceltmek için bu sol söylemlere ihtiyaçları vardır. Onbinlerin yürümesine izin veriyor ve onlar da BAŞKA BİR DÜNYA MÜMKÜN SLOGANI ile ehlileştirilmiş protestolarını yapıyor. Oysa bu koca bir yalan. Bu sistemde kapitalizmde BAŞKA BİR DÜNYA MÜMKÜN DEĞİL… Tek yol devrim, tek çözüm sosyalizmdir. Yani BAŞKA BİR DÜNYA, SOSYALİZM’DİR.
Bu tek gerçek çözümü gizleyerek yapılan her türlü “muhaliflik”le, baskı, sömürü, şiddet, “inceltilmiş” olur.
Koca bir yalan uydurulur ve herkesin çıkarı tek bir yerde toplanıyor bu yalana göre…
Sistemde…
Bu sistemi, yani sömürü düzenini el birliğiyle yaşatmak, büyütmek zorundayızdır. Buna inandırılmaya çalışılır halk.
Sistem…
Ülkenin kapılarını emperyalizme sonuna kadar açık tutan iç düşman.
Her şehirde izin verilen görevler.
Örneğin Mardin’e Sorbon Üniversitesi’ni bitirmiş dekan,
Van’a Oxford’lu rektör gibi.
Onlarca organizasyon, enstitü, birlik, radyo, gazeteye fon veriliyor.
Neden?
Sızmaları için, halkın kafalarına sızmaları için…
Vatanımızın en ücra köşesine kadar girip cirit atıyorlar.
Burslar ve krediler, üniversiteler, sendikalar ve aydınlar…
Yapılan desteklerle özendiriliyor.
Bu sızmaları ortak bir amaç birleştiriyor: ulusal-sınıfsal bilincin yok edilmesi.
Bu bilinci yok etmeliler ki, halkı baskı altında tutmak daha kolay olsun. Halkı baskı altında tutabilsinler ki, sömürmek daha kolay olsun.
Neden karşı çıkalım, bakın adam elinden geleni yapıyor işte, bilmem ne ülkesinde şu ünlü okulu bitirmiş gelmiş ülkesinde çalışıyor… Benzeri bir çok demagoji ile kafaları bulandırırlar.
İdeolojik sızmanın temel işlevi insanlara, halka kendi gerçeklerini anlama ve bunu değiştirmek istemelerini engellemek içindir.
Bu biçimde, eğitimi de bu yeni sisteme uygun hale getiriyorlar, düzene uygun kafalar yaratarak etkili bir şekilde sistemin polisinin işini devralıyorlar üniversitelerde.
Ülkenin orta sınıfı bu yeni sömürge ideolojinin taşıyıcısıdır, yayıcısıdır.
Üniversiteler, bu sistemin temel aracı durumundadır.
Akademik özgürlük hayalinin-idealinin- arkasında öğrenciler, baskı-sömürü altındaki bir ülkede üniversitenin bir demokrasi adası olduğuna inandırılır.
Oysa üniversiteler, var olan siyasi iktidarın bir aracı konumundadır.
Devrimci demokrat halktan yana bir üniversite öğretim üyesinin var olmasına ASLA izin verilmez.
Halk çocuklarına kesinlikle kapalıdır üniversite öğretim üyeliği kapıları.
Onlarca yasal ve siyasi engel ile bunlara izin verilmez.
Bunlar, sisteme uygun akılların üretimini sağlar.
Akademik özgürlük safsatası ardında…
NEDEN BU KADAR ÖNEMLİDİRLER?
Bağımlılığı MEŞRU, DOĞAL, DOĞRU, OLAN BUDUR haline getirirler, yani kabul edilebilir hale getirirler ve öyle bir tablo çizerler ki; kabul etmeyenler, direnenler insanlık dışıdır. Neden direnirler ki? Hatta şov yapıyorlardır, akıldışıdırlar.
“Akıllı ve makul olanı kabul etmek gerekir” düşüncesini yayarlar.
Ekonomik olarak da siyasi olarak da teslim olmanın, direnmemenin felsefesini oluştururlar.
Sistemin çarkları ekonomi, siyaset, okul, her yerde “teknokratlık” hâkim ideoloji haline gelir. Yani insansız ekonomi eğitim sosyoloji… Hiç insan yoktur.
Bu öyle bir gerçek haline getirilir ki mecburen kabul edeceksin her şeyi, insani olan ne varsa her şeyi silip süpür ve yerine cafcaflı kelimeler terimler getirirler. Örneğin “BEN BİR PROFESYONELİM”… başlarlar kullanmaya ve kelime ideolojik sızmanın en önemli unsuru haline geliverir. Yani, kimsenin gözünün yaşına bakma, duygu düşünce halk için değil her şey kar içindir, her şey bu sömürü düzenini sürdürmek içindir. Babana bile güvenmeyeceksin… Ve son anına, kanının son damlasına kadar bu sistemi yaşatmak için çalışacaksın, yoksa hayat yoktur.
Bir arkadaşınızdan borç isteseniz bile; dostluk başka alışveriş başka şeklinde çıkar karşınıza bu sistem.
Tüm halkçı, halka ait düşünceler sansürlenir ya da görmezden gelinir.
Bu yüzden ülkenin gerçekleriyle ve halkla bağı olmayan bir entelektüeller kuşağı yetişir. Üniversiteler buna hizmet etmeye başlar.
Burjuva siyasetçilerine güveninin azaldığı süreçlerde bu entelektüeller kuşağı girer devreye. Bu entelektüeller sisteme güveni tazelemek için var güçleri ile çalışmaya başlarlar.
İDEOLOJİK SAVAŞ HALİ
Bizim gibi ülkelerde temel olarak savaş, insanların zihninde, bilincinde sürdürülmeye başlanır.
İdeolojik cepheler; zaman zaman silah, zor, baskı, şiddetin büyük oranda yerini alır. Yine vazgeçilmez araçlarıdır ama dönem dönem geri plana itilir.
Kitle iletişim araçları, en büyük silahları haline gelir
Bu sistem için; kitle iletişim araçları, atom bombasından daha etkilidir.
Psikologlardan, sosyologlardan, motivasyon analizcilerinden, yaşam koçlarından üniversite hocalarından oluşan bir ordu…
Sendikaları, dernekleri ve öğrenci hareketini bölmeye ve ele geçirmeye çalışır.
Halk hareketleri, nefessiz bırakılır ya da kötülenir liderleri lekelenir.
Filmler, dergiler, tv’ler ve periyodik yayınlar…
İnsanları apolitikleştirir.
Şüpheciliği yayarlar; doğru yoktur, her şeye şüphe ile bakmak gerekir.
Yerli olan her şeye karşı, önyargılar ve karmaşıklık yaratılır.
Direnmek ise akıldışıdır hemen vazgeçilmelidir bundan.
Büyük direniş sürecini hatırlayın.
“Direnmekle bir şey elde edilemez, bu nedenle baştan kabul edin yenilgiyi, bitsin bu iş, ne sizin canınız yansın ne bizi uğraştırın…” Bu düşünceyi yaymak için neler yaptılar bir hatırlayın.
“Sahte oruç kanlı iftar” manşetleri mi atmadılar.
“Birbirlerini öldürdüler.”
“Yiyorlar yoksa nasıl bu kadar sürer ölüm orucu.”
Bu yalanlar yetmedi koca bir karanlığa gömmek istediler direnişimizi, karanlık ve sansür tüm ülkede yayıldı. Sokaklarda biz ve polis kaldık sadece…
Bu da yetmedi direnişimize küfür etmeye başladılar.
Direnişimize küfür eden, roman yazan bir dönek aydın unutulmuş bir durumdayken başköşesine oturtuldu burjuva medyanın.
Biz ona “siyasi şıllık” dedik, düzen kanal kanal gezdirip kitabının propagandasını yaptı. Çünkü o kitapta direnenlere küfür vardır.
İşte böyledir üniversiteler; halkı ile vatanı ile ilgisi kalmamış aydın artığı…
Bu kadarla da kalmadı soldan da büyük bir koro eşlik etti bu saldırılara.
1- “Farkımızı koyduk iyi oldu”
2- “Cepte keklik mi sandınız bizi”
3- “Aynı mahallenin insanları değiliz”
4- “Avrupa Birliği standartlarını kabul etmeliyiz”…
Ve daha birçok ses katıldı bu koroya.
Ve biz tüm bunlardan öğrendik ki;
Sahte aydınlar dönek solcular burjuva medya sahte sol, devrimcilere küfür ediyorlarsa, demek ki doğru yoldayız.
Demek ki biz haklıyız ve biz kazacağız.
Ve biz biliyoruz ki DİRENENLER SONUNDA MUTLAKA KAZANIR
DİRENMEYENLER BAŞTAN KAYBETMİŞTİR ZATEN
Kitabın adı: Gerilla Bilanço Çıkarıyor
Kitabın yazarı: Gaby Weber
Sayfalar: 34-35
“Dikkat et ki, kimse diktatörlüğü yıkmasın, yoksa sen bütün bunları kaybedersin!”
Yabancı finans kaynakları, vakıflar ve aydınlar arasında olan ilişki çok yönlü ve ince bir ilişkidir, ne doğrudan müdahale ne de kaba sansür uygulaması vardır. Ekonomik bağımlılığı gizlemek için aydına, geniş bir hareket özgürlüğü tanınır. “Bu yeni araştırmacılar sınıfının önceki “organik aydınlar” kuşağına kıyasla daha yeni bir yaşam ve çalışma stili vardır” diye yazıyor Petras ve bir anısını anlatıyor Santiago Araştırma Enstitüsü’nün direktörü, taşradan gelmekte olan annesini karşılıyor. Yeni Peugeot’su ile annesini havaalanından alınca, annesi soruyor: “Bu güzel arabayı nereden aldın?” “Enstitü ödedi, diktatörlüğü yıkmak için arabaya ihtiyacım var.” Villalarla dolu bir bölgedeki oğlunun evine yaklaşınca anne soruyor “Bu güzel evi nereden aldın?” Oğlu cevap veriyor: “Enstitü ödedi, diktatörlüğü yıkmak için yaptığım araştırmamda bu eve ihtiyacım var.” Yemek odasına giriyorlar ve anne deniz ürünleri, tavuk, salatalar ve iyi bir kadeh şarapla donatılmış sofrayı görünce şaşırıyor “Pekâlâ bu yemeğe nasıl ulaştın?” Cevap: “Enstitü ödedi, diktatörlüğü yıkmak için bu yemeğe ihtiyacım var.” Bunun üzerine anne kafasını kaşıyor ve şu nasihati veriyor: “Dikkat et ki, kimse diktatörlüğü yıkmasın, yoksa sen bütün bunları kaybedersin!”
Kitabın adı: Nazi İmparatorluğu
Kitabın yazarı: William L. Shirer
Sayfa: 328
Hitler ve onun rejimini destekleyen 960 profesör
Profesörlerin büyük bir çoğunluğu kürsülerinde kaldılar. Daha 1933 yılı sonbaharında, başta ünlü operatör
Profesör Sauerbruch, varoluşçu filozof Heidegger, sanat tarihçisi Pinder olmak üzere, 960 kadarı açıkça Hitler’i ve Nasyonal Sosyalist rejimi desteklediler.
*
SEN DÜNYAMIZI DEĞİŞTİRDİN BİZ DE ÖĞRETTİKLERİNLE DÜNYAYI DEĞİŞTİRECEĞİZ!
Bu ülkede, 50 yıldır Marksizm-Leninizm adına söylenmedik bir şey kalmadı.
Bütün düşünceler bu elli yılın süzgecinden geçti, kalabilenler ve kalamayanlar ortada.
Bu süreçte bu davaya gönül verenlerin bir kısmı kişisel olarak saf temiz olabilirler, ama tarihsel olarak denk düştükleri yer mücadele dışı olmuştur.
Ustalarımız der ya; devrim güçlülerin alanıdır, zorluklarla dolu yaşamı cesaret ve mutlulukla sürdürmek sadece güçlülere göredir.
Güçlü olacağız.
Bu güç ideolojimize, devrime, tarihsel haklılığımıza duyduğumuz inançtır.
Dedin ki; YENİLMEZ OLAN TEK ŞEY SINIF BİLİNCİNE SAHİP O L M A KTI R, UNUTMAYACAĞIZ.
Dedin ki; İDEOLOJİK NETLİĞİNİ KAYBEDEN HER ŞEYİNİ KAYBEDER, KAYBETMEYECEĞİZ.
Dedin ki; Bir devrimcinin en büyük eğitim aracı kendisidir. Ancak kendi yaşantısı ile örnek teşkil edebilirse başkalarını etkileyip, eğitebilir. Örnek olacağız; yaşamımızla da ölümümüzle de örnek olacağız.
Dedin ki, ne yaşıyorsak yaşayalım, teslim olmadıktan sonra hiçbir şey devrimciliğimizi teslim alamaz. TESLİM OLMAYACAĞIZ.
DEDİN Kİ; DOĞRULAR GÖKTEN İNMEYECEK, YANLIŞLAR İÇİNDE GİZLENMİŞ OLACAK. YANLIŞLARLA SAVAŞARAK DOĞRU ORTAYA ÇIKACAK.
Yanlış varsa doğru da vardır.
Yanlışla çatışmaktan kaçmayacağız.
Ölçümüz ne olacak?
Tek ölçümüz olduğunu öğrettin bize; ölçü, son noktaya kadar.
Son noktaya kadar emek vermek.
Son noktaya kadar direnmek.
Son noktaya kadar çatışmak.
Dedin ki; direnişin içinde tohum vardır.
Tohumda hayat vardır.
Tohum ne kadar zayıf, küçük olursa olsun içinde hayat taşır, unutmayacağız.
Bu tohumu bütün yollara başvurarak büyüteceğiz.
Onun uğruna hiçbir çaba boşa gitmez biliyoruz.
İşte o zaman umudu kendi gözlerimizle de göreceğiz.
Bu gözleri sen verdin bize, bu gözlerle bakacağız her tohuma.
Dedin ki; örgütüne, yoldaşlarına karşı kendini savunmak kendini sınırlamaktır, sınırsız olacağız.
Herhangi bir başarısızlıkta asla kendimizi savunmayacağız.
Dedin ki; silahlı mücadeleyi, illegaliteyi büyütmeyen her araç, düzene hizmet eder, beynimizi düzene teslim etmeyeceğiz.
Bu dava halkın davasıdır, aklımızdan çıkartmayacağız.
NEDEN VE KİMİN İÇİN SAVAŞTIĞIMIZI AKLİMIZDAN ÇIKARTMAYACAĞIZ.
HALKA İSYAN ETMENİN HAKLİLİĞİNİ ÖĞRETECEĞİZ.
Dedin ki; feda direnişin en yüksek aşamasıdır, fedayı kitleselleştirdi şehitlerimiz.
Adım adım, ömür ömür ördük direnişleri.
Elimizde feda gibi bir silah var olduğu sürece faşizmin-emperyalizmin kurbanı değil, hep yargıcı olacağımızı öğrettin bize.
Ya direnip ölünecek ya boyun eğip teslim olunacaktı, bize hep direnmeyi öğrettin.
Direnenler, dövüşenler geçici olarak yenilebilirler ama direnmeyenler yok olurlar, aklımızdan çıkartmayacağız.
Kendi kendimizi şaşırtmayı öğrettin bize.
Biz buzdağı gibiyiz, bazen suyun altında kalan kısmımız ortaya çıkar, herkes şaşırır. Bizim gücümüz bu- dur, dedin.
Kendi gücümüzü ortaya çıkartmayı öğrettin bize.
Umut için savaşmayı öğrettin.
Koca koca yalanlara karşı, basit gerçeklerle savaşmayı öğrettin.
Dedin ki; devrimcilik gerçekler üzerine şekillenir, büyür, gerçeklerin yerini hayaller aldığı zaman sonuç hüsran olur, her ne olursa olsun gerçekçi olacaksınız.
Dedin ki; gerçeğe ulaşmanın yolu kendi hatalarımızdan dersler çıkartmak ve tarihimizden öğrenmektir.
Haklı davamıza, gerçeklere sahip çıkmak için kaplan gibi savaşacağız.
Dedin ki; EĞİTİM ÖRGÜTÜ SAĞLAMLAŞTİRMAKTİR. Taş kesileceğiz, sağlam duracağız.
Dedin ki; görev her koşulda öğrenmektir.
BEYNİMİZİ KULLANMAYI ÖĞRETTİN BİZE;
BÜYÜK DÜŞÜNECEĞİZ,
CÜRETLİ OLACAĞIZ.
MİLİTANLIĞI BİLGİ ile besleyeceğiz.
BİLGİYİ CÜRETLE BİRLEŞTİRECEĞİZ, ANCAK O ZAMAN İŞE YARAR CÜRET,
Öğreneceğiz. Her gün her şeyden ve herkesten öğreneceğiz.
BİLGİ ARTTIKÇA; GÖSTERİŞ, HAVA ATMA AZALIR, dedin, BİLGİMİZİ ARTTIRACAĞIZ.
Dedin ki; MÜCADELE OLAN YERDE FEDAKÂRLIK VARDIR, fedakârlıktan kaçınmayacağız.
YA SAVAŞACAKSIN YA UZLAŞACAKSIN. Ara yol yoktur dedin.
SAVAŞACAĞIZ.
DEDİN Kİ, ÖFKE NEREYE YÖNELECEĞİNİ BİLMEZSE DÜZENE YEDEKLENİR,
ÖFKEMİZİ DÜŞMANA OLAN KİNİMİZLE BÜYÜTECEĞİZ.
DÜŞMANLA ARAMIZDAKİ MÜCADELE ÖLÜM KALIM MÜCADELESİDİR, UNUTMAYACAĞIZ.
YEDEK CAN YOKTUR; YA BİZ KAZANACAĞIZ YA ONLAR.
Düşmana olan kinimizi, nefretimizi, öfkemizi onu yok edene kadar damla damla büyüteceğiz.
Dedin ki; YAPABİLECEĞİNE İNANMAK YAPMAKTAN DAHA ÖNEMLİDİR. Kendimize inanmayı öğrettin bize, kendimize inancımızı asla yitirmeyeceğiz.
ZAFERİN KESİN OLDUĞUNA İNANCIMIZI BÜYÜTECEĞİZ.
Merak etme, gerektiğinde tek bir insan gibi davranan ruh, duygu ve düşünce birliği içinde olacağız. Yeteneklerimizi, düşüncelerimizi birleştireceğiz.
MORAL HAYATI ÖRGÜTLEMEKTİR; MORAL HAYATI, HAYAT MORALİ ÖRGÜTLER. ZAMANA DİRENMEK İÇİN, BOZULANA KİRLENENE KARŞI DİRENMEK İÇİN, VAZGEÇMEMEK İÇİN, YORGUN DÜŞMEMEK İÇİN ÖRGÜTÜMÜZE VE HALKIN GÜCÜNE İNANACAĞIZ.
DEDİN Kİ; YOLDAŞ SEVGİSİ UZUN SÜRELİ SAVAŞTA MÜTHİŞ BİR DAYANMA GÜCÜ VERİR, BİRBİRİMİZİ ÇOK SEVECEĞİZ.
Dedin ki, FAŞİZMİN VE EMPERYALİZMİN SUÇLARINA SADECE DEVRİMCİ ŞİDDETLE SON VERİLEBİLİR. Halkın örgütlü gücü ile devrimci şiddeti birleştireceğiz. VE BİZ KAZANACAĞIZ.
Dedin ki; EMPERYALİZM ULUSLARARASIDIR, BU YÜZDEN BİZ DE ULUSLARARASI OLMALIYIZ, enternasyonalizmi büyüteceğiz.
Dedin ki; faşizmle emperyalizmle bir arada yaşamak, onun katliamlarını barbarlığını meşrulaştırmaktır. Nerede olursak olalım faşizme ve emperyalizme karşı savaşı büyüteceğiz.
Biz seninle var olduk.
Seninle ölümü ve yaşamı gördük.
Seninle gülmeyi öğrendik.
Seninle acıyı ve sevinci yaşadık.
SENİNLE DÜNYAMIZ DEĞİŞTİ.
YİNE SENİNLE BU DÜNYAYI DEĞİŞTİRECEĞİZ.
SEN BİZSİN BİZ DE SEN OLACAĞIZ.
SANA SORDUK; NEDEN ÖLÜME GİDER İNSANLAR…
DEDİN Kİ; HAYAT İÇİN, HERKES İNSAN GİBİ BİR HAYAT İSTER.
Devlet kapılarında horlananılmayacak, hastane kapılarında itilip kakılmayacak, aç yatılmayacak bir hayat istiyoruz.
DEDİN Kİ; BİZİ İNSANLIĞIMIZDAN ÇIKARTAN KAPİTALİZME KARŞI İNSAN KALMA MÜCADELESİDİR DEVRİMCİLİK. KAPİTALİZME KARŞI SAVAŞIMIZI BÜYÜTECEĞİZ.
İşte biz, şehitlerimizin mezarı üzerinde herkes için yeni bir hayat kuracağız.
Sizler, sen ve tüm şehitlerimiz var olduğunuz sürece; yeni bir hayat için, devrim için, sosyalizm için, ölebilecek kuşaklar hep var olacak.
Tüm yaşamımızı; ONUR VE CESARETLE DİRENENLERE ADAYACAĞIZ.
İNSAN YAŞAMININ HATIRLAYABİLDİĞİ KADAR ESKİDİR DİRENİŞ. VE DİRENİŞ BİZİMLE VE BİZDEN SONRAKİ KUŞAKLARLA SONSUZA KADAR HEP YENİ KALACAK.
KENDİ DEVRİMİMİZİ İCAD EDECEĞİZ.
BİZ KAZANACAĞIZ!
*
BİZ DEVRİMCİLER NASIL YENİLMEZ OLDUK? BİZ DEVRİMCİLER NASIL ÖLÜMSÜZ OLDUK?
Biz devrimciler nasıl yenilmez olduk? Nasıl ölümsüz olduk? Neden biliyor musunuz? Biz diyalektik ve tarihsel materyalizm gibi bir silaha sahip olduğumuzdan beri yenilmez olduk.
Biz diyalektik ve tarihsel materyalizm ve onun ürünü olan eleştiri özeleştiriyi, devrimin-devrimciliğin hizmetinde bir silah olarak kullanmayı öğrendiğimizden beri yenilmez olduk.
Bu silah bize her şeyi doğru anlama ve değiştirme araçlarını sunar.
Bu araçlardan en önemlisi eleştiri – özeleştiridir.
Eleştiri-özeleştiri devrimcilerin en önemli silahıdır.
Bu silah bize eksiklerimizle, yanlışlarımızla alay etme gücü verir.
Bu silah bize dünyaya meydan okuma gücü verir.
Bu silah sayesinde en güç sorunları açık ve sade bir duruma getiririz.
Bu silah bize düşüncemizle irademizi bir araya getirme gücü verir.
Eğer iyi ve güzel bir şey yapmak istiyorsak, o işi eleştirel bir bakışın süzgecinden geçirmek ZORUNLULUKTUR.
Yani eleştiri olmadan iyi ve güzel olan HİÇBİR ŞEY OLAMAZ, OLMAZ.
Eleştiri-özeleştiri bize anlama gücü verir.
Eleştiri-özeleştiri bize değiştirme gücü verir.
Bu silah bize burjuva ideolojisine karşı müthiş bir savunma ve saldırı gücü verir.
Bu silahı kullanmayı öğrenmeyelim diye, neler yapıyor burjuvazi düşünün. En pahalı profesörleri buluyor, en “gözde üniversiteleri!” kuruyor. Kitaplar yazdırıyor O PAHALI PROFESÖRLERE, ama içinde Marks yok, biz öğrenmeyelim diye, biz bilmeyelim diye, biz katillerimizin karşısında savunmasız kalalım, zayıf düşelim diye, DÜŞÜNEMEYELİM DİYE, APTALLAŞALIM DİYE, HİÇBİR MASRAFTAN KAÇINMIYOR.
Devam ediyor,
Hayatını yaşa! Bireyci ol! Hiçbir şey uğrunda ölmeye değmez, fırsatları kaçırma, babana bile güvenme! Kimseye sakın hiçbir açığını bırak göstermeyi hissettirme bile! vs. vs.
Bizi var eden, devrimci yapan, güçlü yapan bu silahtır.
Eğer bu silahı gerektiği gibi kullanmazsak bırakalım gelişmeyi, kendi kendimizi vururuz.
Kendi kendimizi kendi ellerimizle vururuz.
Kendimizi, kendimiz zehirleriz.
En bilinen zehir ise eleştiri karşısında küsmektir.
İkinci sırada vazgeçmek vardır.
Küsmek ve vazgeçmek yok.
Anlamak ve değiştirmek var.
Yanlışları, yanlış düşünceleri alt etmenin yolu;
1- Tartışma,
2- Eleştiri özeleştiri,
3- İkna
aşamalarından geçer.
Sabırla, özenle, eleştiri-özeleştiriyi en verimli hale getirmek en büyük sorumluluğumuzdur.
ELEŞTİRİ-ÖZELEŞTİRİ BİR SANATTIR.
Devrimci eleştiri-özeleştiri bir sanat eseri gibi YAPILMALIDIR. Bazen bir taşı güçlü vuruşlarla yontup heykele can verir gibi bazen ince ipek bir fırça ile yavaş yavaş temizler gibi…
Yoldaşlar arasında yapılanı ayrıca çok değerlidir.
Yoldaşlarının eleştirirken amacı; onu,
hatalardan,
kusurlardan,
istemeden takınılan tavırlardan,
ikiyüzlü tutumlarından,
zaaflarından kurtarmaktır.
İnsan ancak o zaman yücelir.
Eleştiride büyük bir sevgi vardır. Eğer bu yanlışlar aşılırsa; sevgi, güven, daha da büyüyecektir.
Eleştiri-özeleştiriye inanmayanlar devrime, devrimciliğe inanmıyorlar demektir.
İki temel sınıf vardır; burjuvazi, proletarya.
Yaptığımız her şey bu iki sınıftan birini güçlendiriyordur.
Ara yol yoktur
Eleştiri-özeleştiriye inanmayanlar;
devrime değil, düşmana, burjuvaziye,
katillerimize inanıyorlar demektir.
*
KÖŞELİ DÜŞÜNMEK, FİŞEK GİBİ OLMAKTIR!
Köşeli düşünmek, fişek gibi olmaktır. Ne demek köşeli düşünmek, köşeli konuşmak?
Evet, tam tamına böyledir;
fişek gibi düşünmektir.
Fişek gibi konuşmaktır.
Fişek gibi olmaktır.
O söz, beyninden diline geldiğinde aynen fişek gibi gider, hedefini bulur ve patlar.
Köşeli düşünmek;
açık, net ve yalın olmaktır.
Köşeli düşünmek;
kesinliktir,
samimiliktir.
Gördüğün yanlışı hiçbir hesap yapmadan söylemektir.
Her işimizde,
bir olayı, bir kişiyi, bir talimatı, bir görevi, bir sorunu
ve bir çözümü köşeli düşünmeliyiz.
Yuvarlarsak,
Yumuşatırsak,
Belirsiz hale getirirsek bir sonuç çıkmaz.
Görevdir, yapılacaktır,
İştir yapılacaktır, köşeli düşünmek biraz da budur.
NEDİR KÖŞELİ DÜŞÜNMEK?
“AMA’SIZ, “ANCAK”SIZ, “FAKAT”SIZ düşünmektir.
YALIN SADE BASİT DÜŞÜNMEKTİR.
Tavizsiz olmaktır.
Hatayı, zaafı açık açık söylemektir.
Eleştirilmekten çekinmemektir,
Net ve duru olmaktır. Köşeli düşünen insan,
canlı dinamik olur.
Fişek gibi olur.
Yolda yürürken bile hızlı hızlı gider.
Dilinden kelimeler dökülür.
Neden… Yapacağı çok nettir, açıktır, bunun için fişek gibi olur.
Çok ayrıntılı, karmaşık problemler çözmesi gerekmez.
Çok tecrübeli mi olmak gerekir bunun için, değil.
TEK SORU YETERLİDİR BUNUN İÇİN;
DÜZEN Mİ, DEVRİM Mİ?
SORU BUDUR.
CEVAP DA SADEDİR;
DEVRİM.
Köşeli düşüneceğiz, çünkü sınıf mücadelesi keskindir ve
köşelidir.
İki temel sınıf vardır.
Burjuvazi ve proletarya var.
Yani hayatın iki köşesi var, iki ucu var.
Bir ucunda devrimin, devrimciliğin, yani partinin çıkarları, yani; halkın çıkarları, halkın mutluluğu?
Diğer ucunda düzenin ve burjuvazinin çıkarları, yani; katillerimizin yani; hırsızların yani; bizi adaletsiz bırakanların, bizi aç bırakanların yani; bizi diri diri yakanların çıkarı.
O zaman biz, hangi köşede olacağız?
Bunun için çok tecrübeli olmak mı gerekiyor?
Değil, hiç değil.
Sadece ve sadece safını doğru seçmek yeterli.
Saf nasıl tutulur?
SAF TUTMAK İÇİN İLK SORU ŞUDUR
DÜZENİ Mİ, DEVRİM Mİ?
Bu yaptığım kimi GÜÇLENDİRİR?
DÜZENİ Mİ, DEVRİMİ Mİ?
Bu doğru kimin işine yarar?
DÜZENİN Mİ, DEVRİMİN Mİ?
Denir ki, “hayat siyah ve beyaz değildir”. Ama bakın ufka doğru, bakın son noktada her şey siyaha ve beyaza dönüşür. Yani her şey devrime ve karşı devrime dönüşür.
Bizim köşemizden bakarsak, yani halkın, devrimin ve partinin köşesinden, hayatın tüm zenginliğini, tüm renklerini görebilirsiniz. Bakış açınızın genişliğine bağlı… Olabildiğince ileri bakacağız, sonuna ulaşmaya çalışarak bakacağız?
Bakış açısı nedir?
Bakış açısı, geçmişimizdir, şehitlerimiz ve yarattıkları zenginliktir.
Bakış açısı, bugünümüz – dür.
Adalet isteğimizdir, iş isteğimizdir, insan gibi yaşanacak bir ev isteğimizdir, parasız eğitim talebimizdir, üst geçit talebimizdir, toprak talebimizdir, hastane kapılarında kovulmamaktır. Ele güne muhtaç olmamaktır. Yani insan yerine konulma, insan gibi yaşama talebimizdir. Yarın başıma ne gelecek korkusu duymadan, bugünümüze ve yarınlarımıza güvenle bakma talebimizdir.
Uzlaşmazlığımız ve direnişimizdir, haklı davamızdır,
Bakış açısı, yarınımızdır, devrime olan inancımız ve umutlarımızdır, insanın insan tarafından sömürülmediği, emeğinin karşılığını alabildiği bir yaşam isteğimizdir.
Tüm bunlar için savaşmak gerekir.
Tüm bunlara sahip olmak için, kıran kırana bir savaş vermemiz gerekir.
Bu düzenin kurt kanununa karşı, emeğin onurun kanununu getirme kavgamızdır.
İşte bu savaşta, bu isteklerimize erişme savaşında köşeli düşünmek zorundayız.
TÜM DUYGU VE DÜŞÜNCELERİMİZ DEVRİME KİLİT- LENMELİDİR.
VE HEP SORMALIYIZ; BU DUYGU, BU DÜŞÜNCE KİME HİZMET EDİYOR, DÜZENE Mİ, DEVRİME Mİ?..
BU DUYGU VE DÜŞÜNCE KİMİ GÜÇLENDİRİYOR, DÜZENİ Mİ, DEVRİMİ Mİ?
TÜM DUYGU VE DÜŞÜNCELERİMİZ DEVRİMİN OLMALIDIR, DEVRİMCİLİĞİ GÜÇLENDİRMELİDİR.
*
“ELİMDEN GELENİ YAPTIM ” DEĞİL ELİMİZDEN GELENLERİ ÇOĞALTIRSAK SAVAŞ BÜYÜR!
Savaşımızı nasıl büyüteceğiz?
Birçok açıdan cevap verilebilir bu soruya, ama biz kendimizi esas alarak cevap vereceğiz.
Biz ne kadar gelişirsek savaşta o kadar gelişir.
Biz ne kadar öfke duyarsak, intikamımızı o kadar güçlü alırız.
Biz ne kadar çok çalışırsak…
Biz ne kadar çok istersek.
Biz ne kadar çok düşünürsek.
SAVAŞIMIZ DA BÜYÜR!
Savaş insanla yürür.
Biz kendi işimizi ne kadar iyi yaparsak, savaş o kadar büyür.
Burada şöyle düşünceler çıkıyor karşımıza; “ne yani şimdi benim çaldığım bir kapı ile mi büyüyecek savaş”, “benim konuştuğum bir insanla mı büyüyecek cephe”, “benim sattığım bir dergi ile mi olacak devrim, benim astığım bir pankart mı yapacak devrimi”. Veya “Benim dağıttığım bir bildiri ile mi 1 Mayıs’ı duyacak insanlar”.
Evet, öyle olacak. Evet öyle.
Bizim yaptığımız bir işle devrim büyüyecek veya yap- madiğimiz bir işle devrim gerileyecek.
Kendimiz gibi yüz kişiyi düşünün, bin kişiyi düşünün… 55 bin kişiyi düşünün. Herkesin böyle dediğini düşünün, 55 bin kişi birden; “ne yani benim sattığım bir biletle mi dolacak o stadyum” dediğini düşünün.
Burada karşımıza çıkan genellikle şudur; ELİMDEN GELENİ YAPTIM.
O ZAMAN SAVAŞ, ANCAK ELİMİZDEN FAZLA ŞEY GELMESİNİ ÖĞRENMEKLE BÜYÜYECEK.
55 bin kişinin, yüz bin kişinin, bir milyon kişinin elinden geleni değil elinden fazla şey gelebileceğini öğrendiğini düşünün. Çok zor değil.
Çok uzak değil.
Bu elleri birleştirirsek, bu ellerin olumluluklarını birleştirirsek, bu ellerin yaptıklarını, yapabildiklerini birleştirirsek, bu ellerin yapabileceklerini, arttırdıklarını düşünürsek; o kadar uzak olmadığını göreceğiz.
Elimizden gelenleri arttıracağız.
Bu yeter mi? Yetmez.
Bir diğer önemli nokta ise, hep bizim dışımızda birilerini bekleriz. O birileri gelip hesap soracak, o birileri para bulacak, o birileri her şeyi çözecek. Yani yukardan, üstten büyük adamlar gelip düşmana darbeler vuracak, katilleri cezalandıracak, ardı ardına eylemler yapacak ve adaletimizi sağlayacak, o büyük adamlar…
Yok.
Öyle büyük adamlar yok.
O adamlar biziz.
Tıpkı bir dönem Ali Rıza Kurt gibi bir Dev-Genç’li, sıra neferiydi, şimdi bizim örneğimiz.
Tıpkı İbrahim Yalçın gibi Gazi Mahallesi’nin bıçkın delikanlısı, şimdi bizim şehidimiz.
Tıpkı Perihan Demirer gibi bir köylü kızı, yoldaşına kurulan tuzağı görüp onu uyarmak için şehit olan Perihan, şimdi bizim öğretmenimiz.
Tıpkı İbrahim Erdoğan gibi bir işçi lideri, şimdi bizim önder kadrolarımızdan.
Yani her şey bizim elimizde, bizim pratiğimizde cevaplanır hale gelir.
Tüm stratejiler de, taktikler de tek başlarına soyutturlar.
Onlara hayat verecek, damarlarımızda kan olup dolaşmasını sağlayacak olan biziz.
Alanlar, birimler ve bunların yaptıkları işlerdir.
İşte böyle olduğu içindir ki, kendimizi geliştirmek savaşı geliştirmektir.
*
YAPILMAYACAK İŞ, ÇÖZÜLMEYECEK SORUN YOKTUR!
Her işin bir yöntemi vardır.
Her sorunun bir çözümü vardır.
“Olmuyor, yapamıyorum” diye düşünmeyeceksin.
“Doğru yöntem ve doğru çözümü bulmalıyım” diye düşüneceğiz.
Olmayan, yapamadığımız işlerde yapma yöntemimizi sorgulayacağız.
Burada önemli nokta çözme iddiamızı büyütmektir.
Bu iddiamızı büyütürsek mutlaka, ama mutlaka çözeriz.
Nasıl?
Her yaptığımız işte devrim iddiamızı ve sosyalizm inancını büyüteceğiz.
Tek başımıza hiçbir şeye yetişemeyiz. Bu mümkün değil. Bunu bileceğiz.
Tek başımıza devrimi de yapamayız.
Tek başımıza sosyalizmi de kuramayız.
Halkı örgütleyeceğiz.
Halkı kadrolaştıracağız.
Görevlerimizi halkla paylaşacağız.
Halkı ne idealize edeceğiz, ne baştan savma plansız ele alacağız.
Halka görev vermeyen halka inanmaz.
Halkın politik kararlar alabileceğine inanmaz.
“Aman ürkütmeyelim, yavaş yavaş anlatalım, belki morali bozulur…” gibi; aslında kendi iç dünyasındaki karmaşıklığı, korkaklığı halka mal eden, pısırık solculardan olmayacağız.
Biz Cepheliyiz.
Düzenin krizini anlatacağız.
Halkın saflaşması gerektiğini, bir taraf tutması gerektiğini anlatacağız.
Devrimci mücadelenin meşruluğunu anlatacağız.
Birleşmek gerektiğini anlatacağız.
Cephe’nin gücünü anlatacağız.
Cepheye güç vermesi gerektiğini anlatacağız.
Cephe saflarında olması gerektiğini anlatacağız.
Göreceksiniz, halkın gücünü göreceksiniz.
Önce kendimize bakacağız.
Bileceğiz ki; İKTİDAR BİLİNCİNDEN UZAK OLANLAR, HALKTAN DA UZAKTIR.
İKTİDAR İDDİASI OLMAYANLARIN YERİ DÜZENDİR.
GÜÇ OLMALIYIZ
GÜÇ OLACAĞIZ.
Her şey halktadır.
Silah halkta.
Para halkta.
Güven halktadır.
Güç halktadır.
Ve asla aklımızdan çıkartmayacağız;
GÜÇ OLMAK KİTLELERİ ÖRGÜTLEMEKTİR.
Çünkü, ÖRGÜTLÜ HALK YENİLMEZ!
*
SÖZ VERMEK BİLİNCE ÇIKARTMAKTIR SÖZ VERMEK TAVIR ALMAKTIR. SÖZ VERMEK DİSİPLİNLİ OLMAKTIR
“SÖZ OLSUN, ÇOK FARKLI OLACAK ARTIK”.
Böyle diyorsak, diyebiliyorsak, tamamdır.
Burjuvazi sözlere asla inanmaz, ilişkileri, mülkiyeti, hakları, sorumlulukları kendisi için para eden her şeyi; tapu, senet, çek, ipotek, gibi birçok araç ve yöntemle sağlama alır.
Devrimciler için söz dünyanın en değerli hazinesidir. Söz vermenin üstünde bir değer, bir bağlılık, bir vefa, bir görev yoktur. Devrimciler hala evet, bunca yozlaşmaya, kapitalizmin ve emperyalizmin yozlaştırma faaliyetlerine rağmen hala sözlere güvenirler. Hatta verilen sözlere güven devrimci ilişkilerin HARCIDIR.
Bu yanı ile dünyanın en soylu damarı hala devrimcilerdir.
Söz bir kez verildi mi tamamdır.
Çek senet ipotek, kefalet, zamanın ve tarihsel pratiğin sınavını kazanamadı.
Sadece Marksizm-Leninizm, onun felsefi temelini oluşturan diyalektik ve tarihsel materyalizm, bu zaman ve tarihsel pratik sınavını kazandı.
Devrimcilerin sözleri zamanın ve tarihsel pratiğin sınavını HEP kazandı.
Devrimcilerin sözleri zamanın ve tarihsel pratiğin sınavlarını birincilikle geçti.
“Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan” büyük, çok büyük bir sözdür, çok büyük bir güvendir. Yüzyılların ardından seslenmeye devam eder bize.
Neden?
Nasıl bu kadar başarılı oldu devrimcilerin sözleri? Kuru kuru sözler değil miydi hepsi? Herkesin dilinin ucunda herkesin bildiği kelimelerle verilen sözler değil miydi?
Değildi.
Umut vardı, verilen sözlerin ikiz kardeşiydi devrimcilerin umudu.
Umut ayrılmaz parçasıydı devrimcilerin.
İnsandan umudu kesmek, devrimden umudu kesmektir.
İnsandan umudu kesmek, kendinden umudu kesmektir.
İnsana güvenmek, verdiği sözlere güvenmektir.
Devrimcilerin verdiği sözler kanla beslenmiştir. Kini büyüten bir öfke vardı bu sözlerde.
Kuşatma altındaki bir üste; “Yoldaşlarım hesabını soracak bu yaptıklarınızın…” diyen savaşçı kendi verdiği sözlerinin bilinci ile bu kadar güvenlidir yoldaşlarına.
Asılmak üzere olan bir partizan; “Duyuyorum nal seslerini geliyor bizimkiler…” diyebiliyorsa bu kendi verdiği sözdür, kendi ettiği yemindir. Bu nedenle bu kadar güvenlidir yoldaşlarına.
Söz vermek, dünyanın en ağır sorumluluğudur.
Söz vermek, dünyanın en büyük umududur.
Nasıl tutacağız verdiğimiz sözleri?
Ortak sorumlulukla, disiplinle, kolektif bir çaba ile.
Sadece sözü vereni mi bağlar verilen sözler?
Elbette birinci dereceden onu bağlar, ama sözü tutmadığında sadece sözü veren değil; sözü alan, söze güvenen de kaybeder. Bu nedenle sorumluluk ortaktır.
Hala birçok eksikliklerimiz vardır.
Bunları kabul etmekten korkmamalıyız.
Ama bunlardan kurtulmaya kararlı olmayız.
Sözlerimizi tutma kararımızı iradileştirmeliyiz.
İradileştirmenin tek ama tek yolu bilinçtir.
Bilinç olmadan irade devrimci değildir.
Bilinçle beslenen bir irade ancak verilen sözlerin ardını getirir.
Bu basit bir bilmek değildir. Herkes birçok şeyi bilebilir. Çok zor değildir.
Bilinç sadece savaşarak kazanılır. Bilinci kazanmanın başka hiçbir yolu yoktur. Başta kendisi ile savaşarak bilincini kazanır bir devrimci.
Bilinç kendi ufkunu yaratmaktır.
Bilinç kendi ufkunu yakalamaktır.
Bunu; eğitimimizi güçlendirerek, inancımızı diri tutarak, umudumuzu diri tutarak, devrim iddiamızı büyüterek başarabiliriz.
Nasıl yapacağız?
Üretkenliğimizi arttırarak, yeni yeniden, sürekli bir çalışma disiplini oluşturarak başaracağız.
Bu bilinçli ve özgür bir disiplin anlayışıdır. Bu devrimci bir disiplindir.
Gökten zembille inmeyecek bu disiplin.
Devrimci ruhun oluşturduğu, Örgütlediği,
Çelikleştirdiği, tarihsel bir disiplindir.
Bu yeni disiplin sınıf bilincidir. Bu yeni disiplin devrimci disiplindir.
Eksikliklerimizi ancak, hem içeriden kendi kendimize, hem dışarıdan denetim, disiplin ve eleştiri ile iki yanlı ateş altında tutarak tedavi edebiliriz.
Söz vermek büyük bir iddiadır.
Söz vermek bir tavır alıştır.
Sınıfsal tavırdır.
Bu ideolojiktir.
Gönüllü bir disiplindir söz vermek.
Niyetlerle açıklanamaz.
“İstiyorum ve her şeyi çok iyi kavrıyorum, ama başaramıyorum, bu yüzden de sonuç kötü oluyor, istediğimi yapamıyorum…” demek ne kadar anlamlıdır.
Amaç ve sonuç konusundaki diyalektik materyalist bağı biliriz, bilmemiz gerekir.
“…Sonuç meselesi bir tavır meselesi değil midir? Bir insan sadece amaçtan hareket eder ve davranışlarının ne sonuç doğuracağını araştırmazsa, o insan sadece reçeteler yazan ve yazdığı reçeteler yüzünden kaç hastasının öldüğüne aldırış etmeyen bir hekime benzer. Ya da sadece bildiriler yayınlayan, ama bunların uygulanıp uygulanmadığına aldırmayan bir siyasi parti düşünelim. Peki, bu doğru bir tavır mıdır? Burada iyi niyetten söz edilebilir mi? Kuşkusuz, sonuçlar daha önceden hesaba katılmış olsa bile hatalar yapılabilir. Ama bir kimse, gerçekler sonucun kötü olduğunu ispatladıktan sonra da bildiğini okumaya devam ederse, iyi niyetten söz edilebilir mi? (Mao)…”
Edilemez!
En küçüğünden en büyüğüne kadar bütün sözlerimizi tutacağız.
Verdiğimiz ve tuttuğumuz her söz bizi yaşama yoldaşlarımıza örgütümüze sıkı sıkıya bağlar.
Verdiğimiz ama tutmadığımız her söz bizi damla damla kelime kelime harf harf öldürür.
Niyetler değil, bilinçli disiplinle…
Devrimci bir disiplinle sözlerimizi tutacağız.
Şehitlerimize devrim sözümüz var.
Bu sözü tutacağız.
*
İNANMAK ÖĞRENMEKTİR EN ÖNEMLİ DEVRIMCI FAALİYET ÖĞRENMEK, EN BİRİNCİ GÖREV BİREYSEL EĞİTİM
– Düşmanı yenebileceğine inandığında mutlaka bunun bir yolunu, yöntemini bulursun.
– Bir işi başaracağına inanmak, başarının garantisidir.
– Düşman fiziki olarak güçlü biz, zayıfız. Ancak dünya üzerindeki her şeyi yaratan, üreten, var eden halklar birleşerek mücadele ettiğinde mutlaka düşmanı yener.
Gerçekte biz güçlüyüz.
– Bir sorunumuzu hangi yöntemle çözebileceğimizin cevabını bugün veremeyebiliriz ama okuyarak – düşünerek- tartışarak – kolektivizmi işleterek mutlaka bir cevap bulabiliriz. Yeter ki çözebileceğimize inanarak, isteyerek, umutsuzluğa düşmeden çalışalım.
– İnanç bilgidir, öğreneceğiz, bıkmadan öğreneceğiz, herkesten öğreneceğiz. Hayattan, doğadan kitaptan, halktan ve belki de bir çocuktan ama herkesten ve her şeyden öğreneceğiz.
İdeolojik, politik ve askeri bilgilerimiz bize savaşma, karşımıza çıkacak sorunları çözme gücü verir.
Bu bilgilere sahip olmak inancımızı büyütür.
Yapabileceğimize olan inancımızı artırır.
İrademizi güçlendirir. Kararlılığımızı arttırır.
Savaşın yasalarını öğrenmek,
– Hayatın işleyişini öğrenmek, bunlarla bütünleşmek kendimize olan güvenimizi büyütür.
– Halklar, gücünü haklılığından alır. Halk, üreten ve geleceği yaratandır. İlericidir. Egemenler asalak ve çürümüşlerdir. Halkların ilerlemesini engellerler. Halklara karşı haksız-sömürücü, adaletsizce bir savaş vererek tarihin gelişimini engellemeye çalışırlar. Ancak ilerici olan yani halklar kazanacaktır.
– Doğru düşünen, inanan, vazgeçmeyen tek bir kişi umudu milyonlara yayıp zaferler kazanabilir.
– Bencillik ve buradan beslenen her türlü zaafımız düşman için birer açık kapıdır. Bu nedenle kendimizle olan mücadeleye önem vermeliyiz. Düşmanla aramızdaki bu kapıları kapatmamız kendimizle savaşı aksatmamamıza bağlıdır.
Mesele ömür boyu öğrenmekte… Olaylardan, insanlardan, kitaplardan, her- şeyden azimle öğrenmeliyiz.
GÖREV ÖĞRENMEKTİR.
GERÇEKLERİN BİLGİSİ İLE ZENGİNLEŞMELİYİZ. GERÇEKLERİN YÜZEYİNDE KALMAK ÇOK ZARARLIDIR. AZ BİLDİĞİNİN FARKINDAYSAN DAHA ÇOK BİLMEK İÇİN ELİNDEN GELENİ YAPMALISIN.
EN ÖNEMLİ DEVRİMCİ FAALİYET ÖĞRENMEK, EN BİRİNCİ GÖREV BİREYSEL EĞİTİM.
İnanç hayattır.
Onu yaşamaya cesareti olanlar sadece devrimcilerdir.
*
Dayı Diyor ki:
Onu güçlü kılan, bize kapitalizmden bulaşan, irademizi ve disiplinimizi zayıflatmak için her an, her saat saldırı halinde bulunan içimizdeki düşmandır.
Bu iç düşmana, eksik ve zaaflara, düzen özlemlerine, bu özlemlerin çok değişik biçimlerine karşı radikal bir tarzda mücadele etmezsek, kendi ellerimizle örgüt irademizi ve disiplinimizi zayıflatır, düşmana geçit vermiş oluruz.
Bu hızımızı kesmektedir.
*
Dayı Diyor ki:
Nesnellik edebiyatının, çaresizliğin, olmazların ve yokların haklı bir maddi nedeni yoktur. Çünkü, “nasıl bir ülkede yaşıyoruz” sorusuna verdiğimiz cevap, kitleleri ve silahlı mücadeleyi daha üst boyutlarda örgütlememizin ve savaşı yükseltmemizin tüm verilerinin fazlasıyla olduğunu göstermektedir. Sorun biziz, bizim nasıl çalıştığımız, bu çalışmadan hangi sonuçları almak istediğimiz, kitleler ve silahlı savaşı gerçekten stratejik hedef doğrultusunda örgütleyip örgütleyemediğimizdir.
Her bölge ve alanın, en küçük bir birimin, askeri birliğin yöneticisi, partinin devrim stratejisinin, programının bir parçası, onu tamamlayan vazgeçilmez bir unsurudur. Parti ve örgüt nedir; parti ve örgüt stratejinin hayata geçmesi için, devrim için bir araçtır. Bu aracın motoru kadrolardır. Kadrolar veya bölge, alan, birim yöneticileri, kendilerini bu aracın motoru gibi görmez, onun fonksiyonunu yüklenmezse araç işlemez hale gelir. Bu ne demektir? Bu, partinin giderek kendisini inkâr etmesi, bütün söylemlere rağmen, pratikte stratejik hedefinden ve programından vazgeçmesi demektir. Kadro ve yöneticiler hangi alan ve birimde, hangi konumda olursa olsun, stratejik hedeften uzaklaştığı noktada, geçici olarak bazı başarılar elde etse de tıkanmaya, kısırlaşmaya mahkûmdur. Bürokratizmin, liberalizmin, sekterliğin, tıkanıklıkların, verimsizliğin, moral düşüklüğünün, olmazların ve yokların temel nedenlerini öncelikle burada aramak zorundayız.
*
Dayı Diyor ki:
Tepeden tırnağa silahlı ve örgütlü bir güç, iktidarı kendi isteğiyle terk etmeyeceğine göre, bunun ancak ve ancak silahlı ve örgütlü bir devrimci güçle yıkılabileceği açık bir gerçektir. O halde, savaşımızın silaha ve örgütlü insana gereksinimi vardır. Ama savaşı yöneten, sürdüren, yenen ve yenilen insan iradesi olmadan silah bir hiçtir. Silahları yapan, geliştiren ve kullanan da insandır.
Asıl olan ise tarihsel ve siyasal haklılıktır. Hitler’in on milyonları arkasından sürükleyen ve savaşın gerekliliğine inandıran bir güce ulaştığı, ama bunun da Hitler’i yenilgiden kurtaramadığı görülmüştür. Bizler ise tarihsel ve siyasal olarak ezileni, haklıyı temsil ediyor, gücümüzü tarihten, halktan ve devrime olan inancımızdan alıyoruz.
*
Dayı Diyor ki:
Çağımızda egemen sınıfların kendilerini en teknik, en ölümcül silahlarla donattıklarını, devlet denilen yönetici mekanizmayı güçlü ve karmaşık bir silaha dönüştürdüklerini düşünürsek, bu mekanizmayı yıkmak için halkın silahlanması zorunludur.
*
Dayı Diyor ki:
– Kendine güvenmeyenler düşmana güveniyordur.
Devrime inanmıyorlardır.
Güvenmiyorum düşüncesi, düşmana yardım etmek için, düzende yaşamak için bilerek, isteyerek beyinde yer etmiştir.
Beyninde bu düşünceyi yaratanlar önce gizli, sonra açık düşmana hizmet ederler.
– Düzeni değiştirme iradesi ve güvenine sahip olmayanlar, değiştiremedikleriyle uzlaşırlar.
Ya değiştireceğiz, ya uzlaşacağız.
Uzlaşmazlık, savaşma ve kazanma azmidir.
– Uzlaşmanın küçüğü büyüğü, önemlisi önemsizi yoktur. Küçük uzlaşmalar büyük uzlaşmalara, düzenin şu ya da bu parçasıyla uzlaşma düzenin kendisiyle uzlaşmaya, önemsiz bir uzlaşma vahim sonuçlara yol açan bir uzlaşmaya her an dönüşebilir.
– Uzlaşma, esasında ve nihayetinde teslimiyettir.
*
SOSYALİZMİ SAVUNMA ONURUNA SAHİBİZ
Emperyalizmin, sosyalist sistemi yıktığı, sosyalizmin yenildiği masallarını anlattığı bir dünyada, kendisine “devrimci-komünist” diyen birçok örgütün emperyalizmle uzlaşmak ve silah bırakmak için kuyruğa girdiği bir dünyada, “M-L’yiz” diyerek tüm emperyalistlere ve yerli işbirlikçilerine meydan okuyarak, silahlı mücadele bayrağını kaldırmak, deli damgasını yemekle özdeşti….
Çürümenin, kokuşmanın doruğa tırmandığı, ihanetin alabildiğine ucuzladığı bu sol dünyada, namussuzların, hainlerin, ülkelerini emperyalistlere satanların yanı sıra, bütün dünyanın düşmanlığını kazanma pahasına bile olsa, proletaryanın, halkın, adaletin, özgürlüğün, sosyalizmin savunucusu olmalıydık.
Emperyalizme teslimiyet yarışına girildiği, çıkarlardan oluşmuş ve bataklık haline gelmiş bu sol içerisinde boğulmayacak, ayakta kalacak, sosyalizmi yeniden yükseltecek siyasal bir çizginin, M-L’nin yalnız ülkemizdeki değil, dünyadaki temsilcilerinden olmalıydık.
Hangi söylemle yola çıkarsa çıksın, ne tür büyük silahlı bir gücü elinde bulundurursa bulundursun, emperyalizme tavır almayan, onunla, uzlaşan her hareket, nihai sonuçta emperyalizmin denetimi altına girmeye ve ülkesini sömürgeleştirmeye mahkumdur.
*
Dayı Diyor ki:
– Kızıldere dünden bu güne Anadolu’da akan devrim ırmağının dönüm noktasıdır. Halklarımızın isyan geleneğine kültür ve ahlakına ağıtına ve türküsüne biz sahip çıktık. Tüm bu değerleri yeni destanlarla bezeyerek Anadolu ihtilalinin öncüsü olduk.
– KIZILDERE Anadolu ihtilalinin başlangıcıdır.
“Anadolu halklarının birlikte örgütlenmekten, birlikte savaşmaktan ve birlikte iktidarından başka kurtuluş yoktur. Bu Anadolu ihtilalinin tek zafer şansıdır. Bu birliği ise milliyetçi hareketler değil, ancak devrimci hareket başarabilir.”
*
Dayı Diyor ki:
Burjuva, reformist, parlamenterist hiç bir güç, bağımsızlık, demokrasi, ulusal sorun, toprak sorunu, adaletsizlik, yoksulluk gibi devasa sorunları çözemez, bu ekonomik, siyasi tabloyu değiştiremez. Biz değiştiririz. İddiamızın dayanağı, devrimci bir programa, devrimin yolunda yürüme cüret ve kararlılığına, her koşulda mücadeleyi sürdürme iradesine sahip oluşumuzdur.
*
DHKP-C ANADOLU İHTİLALİNİN ÖNCÜSÜDÜR
DKKP-C tarihi, acılarla, sevinçlerle, ihanetlerle ve kahramanlıklarla dolu bir halkın başkaldırı, isyan tarihidir. Yüzyıllar önce “dönen dönsün ben dönmezem yolumdan” diyen Pir Sultan’ın, Şeyh Bedreddin’in; 1972’de Kızıldere’de “Biz buraya dönmeye değil ölmeye geldik” diyerek, kuşatma altında ölümüne düşüncelerine bağlı kalanların tarihidir.
Bu tarih, Anadolu halklarının bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizme duydukları derin özlemin ve bu uğurda sınırsız fedakârlıklarla sürdürdükleri savaşın tarihidir.
Bu tarih bir devrim yürüyüşüdür ve bu yürüyüşü ilk başlatanlar, ülkemizin ve tüm dünya halklarının başkaldırı ve devrim tarihlerinden çıkarttıkları derslerle THKP-C’yi kurarak Türkiye devriminin yolunu çizen ve savaşa en önde atılan Mahir Çayan ve arkadaşlarıdır.
ONLARI SAVAŞARAK ANIYORUZ.
*
Dayı Diyor ki:
-Geleneklerimizi her koşulda yenilmez bir güç olmayı,düşmanı yenmeyi kuşatmayı yarmayı, şehitlerimizin cüretiyle, savaşma kararlılığıyla, direngenliğiyle, yiğitliğiyle yarattık.
-Her kuşatmada zorbalara kurşun esirgememe geleneğini de, her statüyü yıkma kararlılığını da, düşmanın darbelerine tereddütsüz cevap verme yeteneğini de, son nefesinde bile inancını kanıyla duvarlara yazabilme özverisi de böyle kazanıldı.
-Gelenekleri, yasaları şehitlerimiz yazıyor. -Mücadele geleneklerimiz, yasalarımız zindanlardan işkencehanelere, kuşatmalardan her koşulda direnmeye kadar, düşmana baş eğmeyen yoldaşlarımızın ürünüdür.
-Düşmanla yapılan göğüs göğüse çarpışmalardan ölümü yenerek çıkan yoldaşlarımız, inançların nasıl savunulacağını öğrettiler. Yüz yüze çarpışmalarda yüzlerce katilin sandık sandık harcadığı mermilere, attığı bombalara direnmenin, inancı bayrak bayrak dalgalandırmanın onuruyla yolumuza devam edebilmenin kaynağı savaşma kararlılığımızdır; militan kişiliğimizdir. -Geleneklerimiz eşine ender rastlanan yiğitlikler düşmanla çarpışarak yaratıldı. Devrim yolunda ilerlememizi buna borçluyuz. -Savaşarak yaratıyor ve üretiyoruz. Dövüşürken düşenlerimiz ellerindeki bayrakları, dillerindeki sloganları arkalarından gelenlere teslim ediyorlarsa, kazanacağımıza inandıkları içindir. -Bugün kişiliğimizde direnişçilik böylesine güçlü bir gelenek, savaşçılık böylesine güçlü hale geldiyse, bunun kaynağı militan bir ruhtur.
Tarih, bu geleneklerin, bu ruhun başarıyla taşınamadığı durumlarda, bunun neden olduğu olumsuz örneklerle doludur.
Bunları yaşamamak için, kararlı bir tavrı, devrimci ilke ve değerlerle, birleştirip sorunların hastalıkların üzerine militan bir tarzda giderek olacaktır. Sorun, devrimci ideolojinin benimsenmesi ve yaşamın her anında inanarak, kararlı biçimde hayata geçirilmesi sorunudur. -Sorun, yaşamı devrimcileştirip devrimcileştirememe sorunudur.
Sorun, savaşçı bir tarzı, militan bir ruhu kazanıp kazanamama sorunudur.
Sorun, geleneklerimizi, değerlerimizi, şehitlerimizin mirasını savunup savunamama sorunudur.
Sorun, kendimizi aşıp aşamama sorunudur.
Sorun, bunu ne kadar istediğimizdir.
Oysa, istedikten ve inandıktan sonra, bunların hiçbiri ya da sıralanabilecek diğerleri sorun değildir.
Yeter ki, isteyelim; yeter ki, savaşalım…
*
Dayı Diyor ki:
Düşmanın şiddetini ancak devrimci şiddetle etkisiz hale getirir ve zaferin yolunu ancak devrimci şiddeti temel alarak aşabiliriz… Ama bu şiddet, halk örgütlülüklerini yaratıp, halkın savaşını ortaya çıkaramazsa potansiyel olarak kalmaya ve giderek erimeye mahkûmdur. Bunun için bir an dahi rehavete düşmeden daha çok kitlelere gitmek, daha çok kitle örgütlenmeleri yaratmak, her yaştan ve sınıftan halk kitlelerinin karar aldıkları, uyguladıkları örgütlenmeler yaratmak temel görevimizdir. Gerilla ve halk ancak bu tür örgütlenmelerin birlikte var olmasıyla, birbirlerini tamamlamasıyla zafer yolunu açabilir.
Her düzeyde halktan insanı kadrolaştırmak, savaştırmak ve halk örgütlenmelerini yaratmak için herkes daha büyük bilinç ve iddia ile kitlelere yönelmelidir.
*
HER KADRO BİR KOMİTE, HER KOMİTE BİR ÖRGÜT GİBİ HAREKET ETMELİDİR
Stratejik hedefe varan çizgide, her yönetici ve komutan, ülke düzeyinde tüm halkı örgütlemeyi, savaştırmayı hedeflemiş ve silahlı savaşı temel almış bir partinin her komitesi kendini parti, her kadrosu ve sorumlusu, partinin genel önderi gibi düşünerek, sorumluluk alanını tahlil edip, savaşa komuta edeceği alanı ayrıntılarıyla tanımak ve taktiklerini belirlemek zorundadır.
Savaş birçok cephede birden sürer. Bu cephelerden birinin zayıflaması, görevini yapmaması durumunda, savaşın bütününün şu veya bu biçiminde zaafa uğraması kaçınılmazdır. Bunun için hangi savaş cephesinde olursa olsun, her parti komitesi ve kadrosu, kendi cephesindeki savaşı kazanmayı hedeflemelidir.
*
Dayı Diyor ki:
SORUNLARI ÇÖZMEK İÇİN EMEK
VERMEK GEREKİR.
BİLGİMİZİ ARTTIRMAK,
ÖRGÜTTEN YARDIM İSTEMEK, KOLLEKTİF OLARAK ÇÖZMEYE ÇALIŞMAK… ÇÖZÜM BULMAMIZI SAĞLAR.
SORUN ÇÖZÜLMEZSE BİR SÜRE SONRA
O SORUNLA UZLAŞMA BAŞLAR.
UZLAŞMA, SORUNUN BİZİ TESLİM ALMASINA DÖNÜŞÜR.
CEVAP BULAMASAK DA SORU SORMAYA DEVAM ETMELİYİZ.
CEVAP BULANA KADAR SORU SORMAK, UZLAŞMAMAK DEMEKTİR.
SIRADANLAŞMAMAK DEMEKTİR.
*
Dayı Diyor ki:
Açlığın ve zulmün olduğu yerde halklar meşru direnme hakkını kullanacaklar!
Direnme Hakkını Yok Etmeye Kalkan Bir İktidar Faşizmin İktidarıdır.
Ezilen, sömürülen, baskı altında tutulan, haksızlığa uğrayan her halk sömürü ve zulüm düzenlerine karşı direnme hakkına sahiptir.
Bu, tarihsel, sınıfsal haklılıktan kaynaklanır ve zulme karşı silahlanmayı da, zulüm düzenini yıkmayı da, baskı ve terör altında tutulmadan, sömürülmeden, köleliğe mahkum edilmeden yaşayacağı yeni bir düzeni kurmayı da içerir.